Showing posts with label hamak günlükleri. Show all posts
Showing posts with label hamak günlükleri. Show all posts

17 May 2015

Nomad Ofis Datça





Mayıs 2015 - Karaköy, Datça
Ne zamandır nomad ofislemelerimi belgeleyip paylaşmamışım meğer. Melis ve Emre'nin evi huzurlu, bahçeleri bereketli, kedileri Bal Tadısı da 10 numara bir kişi. Sabah erkenden uyanıp bahçeyi sulamak büyük zevkti. Bir yanda ormanlar, bir yanda deniz, gökte yıldızlar. Bal tadısında bir nomad ofislemece oldu... Teşekkürler tatlılar! :)

17 September 2011

Karga Mecmua Ağustos-Eylül sayısında!


Belki burada okumuşsunuzdur geçen kış çıktığım 4 aylık Tayland-Bali nomad ofis seferi sırasında Havadis-ül Phangan Postası adı altında bir dizi yazı yazmıştım. Seyahatin Bali kısmını hala yazamadığım için de huysuzum ama ne yazık ki fırsat bulmayı bir türlü başaramadım. İşte bu dizideki yazılardan biri şimdi sevgili Karga Mecmua'nın Ağustos-Eylül sayısında. Ne güzel değil mi :)  Bayiinizden ısrarla isteyiniz...


25 April 2011

Havadis-ül Phangan Postası IV: Sular Seller





Tayland’da geçen üç ay, üç dolunay… İnsan sakin sessiz çalışmak istiyorsa neden dünyanın meşhur birkaç parti adasından birine gider mesela? İşte evrenin gizemli sırlarından biri. Neden böyle ters işler yaptığımı bilmiyorum ama içimde bir şeyler beni buna zorluyor sanırım, çocukluğumdan beri böyleydi bu. Ya akıllı, mantıklı normal insanlar için akıl dışı; ya da sıra dışı, çılgın, bohem insanlar için oyun dışı sayılacak hareketler yaparken buluyorum kendimi. Neden böyle cins bir insan oldum ben diye anneme sordum geçenlerde ama bir cevap alamadım. Beni uzaylı çingenelerden mi aldınız ne yaptınız? Velhasıl Avrupalı embesil gençliğin anaokulu olarak hizmet veren bu güzelim adada üç ay neredeyse bir atlet disipliniyle çalıştım, haftada üç gün de koştum.

Ada her ay dolunaya bir iki gün kala dolmaya başlıyor ve bunlar büyük ölçüde kova denyolarından oluşuyor. Yani kovada satılan, işte alkoldür, redbuldur, sang som’dur, allah ne verdiyse. Bugüne dek hiç gitmemiştim ama bu defa üçüncü ayımda tatlı arkadaşım Umi’yle masaj ve alışveriş keyfine Haad Rin’e gitmişken bir bakalım dedik. Bu partinin ertesi günü sokaklar sargı bezli alçılı insanlarla doluyor. Yani trafiğe çıkmak pek akıl kârı değil. Ama ne yapıyorlar bir göreyim dedim, sonuçta her ay 15.000-30.000 kadar insanın bir araya gelmesi enteresan bir doğa olayı sayılır, hem ne güzel insancıklar dans etsin eğlensin. Ama Haad Rin belediyesinin dağıttığı fosforlu Fullmoon Party şort ve tişörtleri giymiş gençlerin alkol koması törenleri ve dostlar sekste görsün yaklaşımları hiç de iç açıcı değildi. Ortam fenalaşmadan bir Song Taew’e atlayıp kaçtık zaten ve uzaklaşan araçlarda bizden başka kimse yoktu gerçekten de. Aslında Thong Sala’dan Haad Rin’e kadar bir mini-tren yapmalılar diye düşünüyorum, böylece sakatlıklar kazalar azalır, yolda da müzik çalınır, içki satılır. Çuf çuf tren, kova denyolarının zekâ yaşına da uygun bir eğlence. Daha parti başlarken beyaz gömlekli doktor ve hemşireler sağlık ocaklarının önünde oturup iş bekliyorlar, öyle diyeyim. İşte kitlesel bir eğlencenin odağında iyi müzik ve dans olmazsa böyle sapıtıyor insanlar, valla gençliğin hali içler acısı. Neyse ki bu kova denyoları adanın asıl gizli cennetlerinin yerini bile bilmiyorlar.


 İşte size gayrı resmi foolmoon parti tarihi:

Sene 1985, bir gezginin doğumgünüdür.
-Akşam plajda parti yapalım mı, yirmi otuz kişi gelir bence…

………

Sene 1995. Binlerce insan akın ediyor, bu işte büyük para var. Belediye çöpleri temizlemek için girişte bilet kesmek zorunda kalıyor.

-Kankacım bu gençler o fosforlu renklere bayılıyolar ya, basalım tişörtü, şortu rengârenk fosforlu, üstüne Fullmoon Party yazalım giysinler, ne diyosun?
-Olum hepsi aynı şeyi giyer mi?

1998
-Büyük projem var kanka. Plastik pipetlerden kolye, yüzük falan yapıcaz, kovayı alana veririz hem hoşlarına gider. Mi lav yu long taym hesaabı… Fosforlu boncuklardan kolye yapıp blacklight’ı da üstlerine verdik mi tamam. 4 kova alana da beşincisi bedava.
-Abi dört kovayı içse çocuk zaten ölür bayılır.
-E bayılsın, doktor Leang hemen köşede zaten.

2001
-Hacı diyorum ki bu sene yeni bi olaya girelim. Hani bunlar ateş çevirip duruyo ya,  oynuyolar bütün gün plajda. Kocaman bi halatı batıralım parafine. Yakalım ipi, biz çevirelim onlar atlasın, hop hop oynasın.
-Diyosun…


Neyse ki bu Fullmoon gerzekliği her ay gelişi gidişi toplam bir üç dört günü buluyor. Onun dışında isteyene sağlık huzur, isteyene eğlence, isteyene yoga, artık keyfinize göre. Şık bir kafede Avrupai café standartlarında pazar kahvaltısı, nefis kitapçılarda kitap alışverişi de cabası. Yani herkesin Phangan’ı kendine… Bu üç ayda benim için en etkileyici dolunay ise Magha Puja oldu. Magha Puja, ya da Kutlu Şubat. Ay takvimine göre üçüncü ayın dolunayında Tayland, Kamboçya ve Laos'ta Budistler tarafından kutlanan bir bayram bu. İnanışa göre bundan 2500 yıl kadar önce, Buda'nın aydınlanmasından dokuz ay sonra tam 1,250 takipçisi Buda'nın Kuzey Hindistan'da yaşadığı Rajagaha'da önceden bir tarih ve buluşma belirlenmeksizin kendiliğinden bir araya gelmiş. Buda bir bambu ormanında dolunayın ışığında bu aydınlanmış kişilere, yani Arhanta'lara Budizmin Ovadhapatimokha adı verilen esaslarını anlatmış ve onları bizzat takdis etmiş. Bu esasların başında kötülükten kaçınmak, iyilik yapmak ve zihni temizlemek geliyor. İşte bu münasebetle Şubat ayının Fullmoon partisi dolunay gecesi değil, ertesi gece yapılıyor. Yani nadir sessiz ve leziz dolunaylardan biri bu. Bu yıl Magha Puja sırasında bir de elektrikler kesildi ve motora atlayıp deniz kenarında sevdiğim bir mekâna, Lee Garden’a giderken hayatımda gördüğüm en büyük dolunayla karşılaştım, muazzam görünüyordu. Gittiğim yeri unutup gökteki bu koskoca beyaz deliği izleyerek karanlık orman yolunda ilerledim bir süre. Delikten göründüğü gibiyse bu gökyüzü denen şemsiyenin arkasında uzay bembeyaz olmalıydı… Deniz kenarına vardığımda elektrikler hala gelmemişti ve koskocaman ay kokonatların karanlık siluetleri arasında yükseliyordu. Magha Puja kutlamaları için yakılıp göğe salınan kocaman kırmızı kâğıt fenerler havalanmış, ayın etrafında yavaşça süzülüyorlardı. Güzelliğin insanın içine sel gibi dolup, gözden tek bir damla halinde aktığı, unutulmaz anlardan biri oldu bu benim için.


Phangan’da en hoşnut olduğum zamanlardan bazılarını da sahilde bir tahta şezlongda uzanmış ya da Thong Sala parkında bankta oturmuş kitabımı okurken yaşadım. Phangan’ın güzelliği o parti kalabalığı haricinde aslında sıkışık bir yer olmaması. Geniş ve ferah bir yer. İnsanın göğsünde de geniş bir yer açıyor sanki. Hele de Thong Sala Belediye parkı. Eski belediyelerin ve yenilenmemiş eski otellerin 70’lerden 80’lerden kalma bir havası vardır hani, nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum, ıssız diyeyim. Bir sadelik, bir kasaba havası. Şimdilerde turizmin incisi olmuş mekânların ilk modernist girişimleridir bunlar belki de… Boş ve ıssız kasabalarda ve yollarda geçen ve hiçbir şey anlaşılmayan 80 sineması entelektüel Türk filmlerinde sıkça rastladığımız bu atmosferde benim içime işleyen bir şey var, belki de çocukluktan kalma… Gösterişsiz ağaçları, çimenleri, bankları ve geniş boşluğunda esen rüzgârlarıyla bana ham bir huzur duygusu verdiği için seviyorum Thong Sala parkını. Ama Türkiye’deki herhangi bir kasaba parkından farkı var mı derseniz yok, o yüzden de tanıdık. Neden bilmem ama rüzgârda insana özgürlük duygusu veren bir ferah boşluk yok mu? İnsanı kendi boşluğuna ve serbestliğine katarak huzur veriyor sanki. Bir çay bahçesi düşünün, beton zemin; branda gölgelikler için dikilmiş beyaz metal direkler; deniz, rüzgârlı bir günün verdiği açık yeşilimsi renkte olsun ve rüzgar hiç durmadan kulağınıza bir şey söylesin. Kuşadası sahilinde belediye çay bahçesinde bir sabah hatırlıyorum, çaylı, poğaçalı, rüzgârlı… Rüzgârın söylediği neydi çıkarmaya çalışıyorum şimdi ama tam emin olamıyorum. Esmekle ilgili olsa gerek…


Phangan her daim efil efil rüzgâr esen, Altın Güvercin Şarkı yarışması gibi bir yer değil elbette. Sıcak insanı öyle bir ezip yere yapıştırıyor ki… Tarif etmesi kolay ama alışması zor – en çok sıcak sevenler için bile. Vantilatörünüzle yakın bir ilişkiniz oluyor, ayrı kalmayı düşünemiyorsunuz. Gerçi benim için sıcaklardan daha da etkilisi yağmur, fırtına ve sel gibi sulu felaketler oldu. Sağlam, akarı kokarı olmayan, damlamayan bir evde kaldığım ve hafta içi her gün sabahtan akşama evde çalıştığım için yağmur beni genelde çok fazla bozmuyordu. Yani aslında kuru mevsim olmasına rağmen bayağı yağmur yağdı demek istiyorum. İlk gittiğimde üç günlük bir fırtına olmuştu ve bulunduğum yerde bir iki gün susuz elektriksiz kaldık, ağaçlar yıkıldı, damlar uçtu vesaire. Ardından genelde güzel havalarla; sabah yağmuru, akşam yağmuru, gece yağmuru kombinasyonları olan parçalı bulutlu zamanların köşe kapmaca oynadığı bir iki ay geçti. Bu sıralarda benim de işlerim iyi gittiğinden “eve uzun yoldan dönmek” gibi kendimi alamadığım kötü bir huyun pençesine düştüm bir kez daha. Hazır bu kadar yakındayken ve imkânım da varken Bali’yi görmek istiyordum. Tabii Japonya’daki deprem; nükleer hedeler yüzünden güzelim Pasifiğin mundar olması; sonra Tayland’ın kuzeyindeki 7.lik deprem; Bali’nin de bulunduğu Endonezya’daki Tsunami alarmı; orada da 6-7’lik bir iki deprem bu kararımı pek de kolaylaştırmadı. İnsan kendi için bazı riskleri tercih edebiliyor ama sizi sevenleri meraklandırmak istemiyorsunuz. Öyle mi böyle mi, gitsem mi gitmesem mi derken bu defa çok sağlam bir fırtına hem bizim adayı hem de Tayland’ın güneyini fena vurdu. Sanırım bir 12 gün kadar sürdü bu fırtına ama ne fırtına… Yağmur neredeyse hiç durmadı ve yağmur damlasının vesairenin çok ötesinde dev bir kovadan dökülüyor gibiydi sular. Geceleri şimşeklerden gökyüzü bembeyaz kesildiğinde saymaya başlıyordum gök gürültüsü kaçıncı saniyede gelecek diye ve öyle bir gök gürlüyordu ki bir defasında uykumdan deprem oluyor diye uyandım. Bu havada kafayı kapıdan dışarı çıkarmak bile istemiyorsunuz, ama kapıyı aralayıp bakınca bir de ne göreyim? Benim bahçe içinde, yerden yüksek sütunlar üzerinde duran ev artık göl evi olmuş, resmen gölün içinde yaşıyorum, bir göl canavarı, bi ejder bi şövalye eksik. Kokonat termometresi bugünlerde hep soğuğu gösteriyordu. Yani kokonat yağı şişede tamamen donmuşsa hava soğuk demektir. Hava soğuk demek çorap ve polar giyecek kadar yani…. Ejdere gelene kadar zaten gündelik yaşamda da normalde alışık olmadığınız irili ufaklı canavarlarla paylaşıyorsunuz evi. Bazen bir sabah uyanıyorsunuz ve yerde, koltuğun köşesinde, çatlamış minnacık beyaz bir yumurta buluyorsunuz, bir santim çapında. Bebek kertenkele buralarda bir yerlerde olmalı derken bir yerde beliriveriyor, ama nasıl şirin bir şey. Hem pembe, hem şeffaf, bildiğin jelibon ama yürüyor işte. Tropiklerde günlük ev işleri arasında bir de kertenkele boku toplamak vardır. Kurbağası, börtüsü böceği geleni gideni eksik olmaz. Ama fırtınanın ilk günü evde gerçek bir Discovery Channel ortamı yaşandı. Balkon kapıları açıktı, akşamüstü saatleriydi ve evde ışıklar yanıyordu. Yağmur bastırınca kanatlı bir takım arkadaşlar sürü halinde, daha doğrusu bir kanat bulutu halinde eve daldılar ve hemen peşlerinden de onları karşılamaya iki tane kocaman geko girdi. Bir tanesi çok büyüktü, yani hem şişko, etli etliydi hem de kolumun yarısı uzunluğundaydı; parmak ucumdan dirseğime kadar. Bu kadar iri bir kertenkelenin evde olmasında bir fevkaladelik yok, ara sıra gelip gidiyorlar, geceleri gekkkoooo diye bağırıyorlar. Ama eve dalan kanatlı böcek sürüsünün heyecanına kapılan iki geko çıldırmış gibiydi. Yani kolum kadar hayvanın ne kadar hızlı hareket ettiğine inanamazsınız, resmen koşup zıplıyor kedi gibi koltuklara duvarlara falan atlıyor. İki geko bizim kanatlıları hapur hupur yedi, hayvancıkların kanatları gri tülden çiçek yaprakları gibi yerlere döküldü, her yer kanat içinde kaldı.  Bir süre sandalyenin üzerinde tünedikten sonra nihayet balkon ışığını açıp salonunkini kapamayı akıl ettim. Böylece böcekler balkona çıktı onlardan kurtuldum. Sonra camı çerçeveyi açıp gekoları da çeşitli yöntemlerle gitmelerinin hepimiz için en iyisi olacağına ikna ettikten sonra rahat bir nefes alabildim. Sonra yıllardır tropiklerde yaşayan dostum Tolga’ya konuştuğumuzda öğrendim ki bu kanatlı kardeşler termitlermiş. Hakikaten de benim evin altında kocaman bir termit yuvası vardı. Meğer bu arkadaşlar kuru mevsimin ilk büyük yağmurunda hep birlikte uçup en yakın ortama sığınıp çiftleşiyorlarmış. Resmen evimde bir orji gerçekleşti demek istiyorum! Uçmayı da pek beceremediklerinden kanatları sapır sapır döküyorlarmış. Ama Tolga bana bu durumda evdeki ışıkların kapatılıp bahçe ışıklarının yakıldığını anlattığında artık iş işten geçmişti, çoktan termitlerin aşk ve ölüm yuvası olmuştum bile.


 Fırtına birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün derken hiç bitmeyecekmiş gibi gelmeye başladı. İki üç günde bir alışverişe gidip bir sonraki alışveriş macerasına kadar evden çıkmıyordum. Şarap pizza filim: tropik fırtınanızdan zevk almanın yolları. Tabii gölün derinleştiği bir noktada kaçınılmaz olarak duran motoru yola çıkarmak için suyun içinde sürüklemem gerekti ve sudan çıkar çıkmaz çalıştığını görünce yüzen motoru icat ettiği için Honda’ya dualar ettim. Bu dönemde feribot, uçak, otobüs, tren ne varsa hepsi iptal oldu. Dalgalar bir sürü yeri yıktı, güney bölgelerinde pek çok insan evsiz kaldı. Aynı anda ülkenin kuzeyinde deprem, ortasında kuraklık, güneyinde de sel felaketi oldu. Trenin tren yolunun içinde olduğu gibi suya gömüldüğünü düşünün. Yani büyük ölçüde şansıydım ama yağmurun durmak bilmediği günler boyunca sağanak altında motorda giderken ya da su şişelerini ve ağır poşetleri üzerimde iki kat yağmurlukla yarı yüzüp yarı yürüyerek sular seller arasından eve taşırken bir kadın bunları tek başına yapmak zorunda kalmamalı diye düşünüp isyan ettiğim de oldu. Tabii Thai çocuklar sokakta yüzerek falan bayağı eğlendiler ama güneşi hiç görmediğim ikinci haftanın sonuna doğru gerçekten sinirim bozuldu, başladım ağlamaya. Tam da o gün öğleden sonra gökyüzü biraz açıldı ve güneş bulutların arkasından da olsa ışığını birazcık gösterdi. Balkon kapılarını açtım eve biraz ışık girsin diye, tam Peggy Lee’nin Manana şarkısı çalıyordu ki koccaman kanatlı, siyah üzerine parlak mavi desenli bir kelebek içeri girip bu neşeli şarkıyla dans etmeye başladı, öyle güzel sihirli anlardan biriydi bu da…

Tabii bu olumsuz hava şortları altında Bali seyahati sallantıya düştü. Zaten hiçbir taşıt çalışmadığı için fırtına bitene kadar bir yere kıpırdayamayacağım belli oldu. Yardır mevlam su! O kadar çok rahmet yağdı ki rahmet içinde kaldım. Bir dolu deprem, nükleer felaket, her türlü tektonik fahişelik diz boyu… Japonya 8 feet yer değiştirmiş; uzaylıyla medyum memiş de geldi mi tamamız! Hal böyle olunca tanrılar Bali’ye gitmemi istiyor mu emin olamadım doğrusu… 12 günün sonunda fırtına nihayet sona erdi, o muhteşem altın ışık topu tekrar gökyüzünde belirdiğinde herkes çok mutluydu. Davetsiz göller kısa sürede kayboldu, feribotlar çalışmaya, adaya tekrar gazete gelmeye başladı. Tam bu sıralarda Kral’ın gönderdiği bahriye gemileri, kurtarma ekipleri ve helikopterler de geldiler. Gerçi Red Kit’teki süvari alayı gibi biraz geç kalmışlardı ama elverişsiz ortamlarda mahsur kalan insanları kurtardılar, adadan ayrılmak isteyen turistlerin askeri gemiye binmeleri için çağrılar yapıldı falan depresif depresif olaylar. Demek istiyorum ki kral beni göndermek için gemilerini gönderdi ama binmedim. Bekledim ortalık biraz sakinleşsin yollar açılsın. Bir yandan işti güçtü, oydu buydu, gitsem mi gitmesem mi diye kendi beynimi yedim. Bir gün masaja gittiğimde masajcı abla sırtüstü yere uzanıp ayaklarını belime koydu, sonra kollarımdan tutup havaya kaldırdı, yani resmen leylek leylek yaptı ama onun sırtüstü versiyonu. Bir yandan da “Süpegööööl, rileeeeek” diyordu.  Rilek yani relaks işte. Kendi kendime güldüm tabi ne yapayım; herşeyi dert edinmeye ne kadar meraklıyız… Ama masajın sonunda insanı yastıkla kucaklarına yatırıp kedi gibi kulaklarını ve saçlarını çekiştirdikleri an yok mu, işte orada zaman ötesi bir yere, doğrudan anne kucağına ışınlanıyor insan. Gerçi bu ablanın değişik de bir tarzı vardı, parmağıyla kulağını gıdıklıyor, seni güldürüyor falan. Hani bir kundaklamadığı kaldı. Sonra sevgili Aykut'tan öğrendiğim Mr. Kim’in ofisinin yolunu tuttum. Mr. Kim gençliğinde 10 küsur sene uluslararası bir petrol şirketinde çalışmış, Arap ülkelerinde ve denizler ortasındaki petrol kuyularında bulunmuş. Şirketin petrol kulesi logolu kovboy tarzı kemer tokası hala belinde duruyor ama üzerinde “Stop Offshore Oil Drilling” tişörtü var. Allah belanızı versin diyip işi bırakmış, saçları uzatmış, Phangan’a gelmiş. Bir süre balıkçılık yapmış, sonra bar işletmiş, sonunda da seyahat acentası ve vizeci olmuş. Yani vize yenilemek isteyenleri sağa sola götürüp getiren hayırlı bir insan. Her naneye ultrasonla bakmak yerine elle muayene eden doktor bulursanız peşini bırakmayın. İşte Mr. Kim de 2011 yılında ofisinde bilgisayar olmadan çalışan bir seyahat acentası, ululardan bir ulu kişi. Ben de kendimi Mr. Kim’in ellerine bıraktım. Henüz bazı yollar açılmadığı ve hava durumu belirsiz olduğu için Pazartesi gel tekrar bakalım dedi. Pazartesi Mr. Kim’in ofisinden çıktığımda elimde Phangan’dan Phuket’e, Phuket’ten Denpasar Bali’ye, Bali’den Katar üzerinden İstanbul’a uzanan bir bilet ve yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Genelde mecbur değilsem tek yön biletle seyahat ediyorum, dönüş bileti bana sıkıntı veriyor. Ama Bali’ye girerken Bali’den dönüş biletinizi de görmek istiyorlar. Gerçi uyduruk kaydırık rezervasyon bilet yapıp göstermek de mümkün ama dört aydan sonra eve dönmeye de hazır hissettiğim için bütün bu bilet tantanasını bir kalemde halletmek çok da işime geldi.


            Phangan’dan ayrılmanın bir hüznü oldu olmadı değil ama önümde yeni bir macera olduğu için çok da kalbi kırık ayrılmadım adadan. Ama Tayland denince benim aklıma gelen şey aslında bir kadınlar ülkesi. Cinsellik bir tabu olmadığı için özellikle tek başına bir kadının büyük rahatlıkla seyahat edebileceği bir yer burası. Şortla mı gezersiniz, donla mı gezerseniz kimsenin umurunda değil, çok kaşınmıyorsanız dönüp bakmıyorlar bile. Bütün dükkânların, evlerin, kasaların, motorların, arabaların anahtarları kadınlarda. Her işin başında onlar var. Sokakları, evleri, dükkânları her yeri güzelim bitkiler, havuzcuklar ve doğal malzemelerden bir sürü irili ufaklı ayrıntılarla süsleyen onlar. Bu ülke onların hâkimiyetinde. O yüzden de bir kadın olarak kendinizi gücünüzde hissediyorsunuz burada. Ayrıca Batı’nın estetik ve iktidar standartlarında elekte kalan erkekler, o şişkolar, o zayıflar, o uzunlar, kısalar, tipsizler burada çok mutlular. Çünkü Taylandlı kadınlar anlamasalar bile dinliyorlar onları. Onlara iyi davranıyor, giderken arkalarından gözyaşları döküyorlar. “Ama hayatım gene sadece kendi çamaşırlarını yıkamışsın” diye ağlaşan İskoç sevgililerini yirminci defa çileden çıkarsalar bile… Yani kadınların erkeklere hizmet ettiği ve teslim olduğu bir ülke izlenimi veriyorsa da kazın ayağı öyle değil. Eşcinsellerin ve transcinsellerin her türlü meslek alanında rahatlıkla yer bulabildiği bir ülke burası. “Mai Pen Rai” yani boşver, takma felsefesinin hayatın içine işlediği Tayland’ın insanlarının da genelde dertle tasayla çok işi yok, eğlenmeyi seviyorlar ve hayatı çok da ciddiye almıyorlar. Tabii bunlar benim daha çok güneyin turistik diyarlarından edindiğim izlenimler sadece, daha fazlası değil.

Ama Tayland’lıların nesini seviyorsun derseniz aklıma akşamüstü iş başlamadan önce küçük tapınakları önünde dua eden bar kızları, işe gidip gelirken üstü örtülü kafeste kuşunu da götürüp getirenler, markette yanlışlıkla cilt beyazlatıcı duş jeli alırken “valla ben on senedir kullanıyorum hiç beyazlamadım” diyen kasiyer, akşamüstü sokakta dükkanların önünde saronglarıyla oturan yaşlı teyzeler ve ipek pijamalı yaşlı amcalar, her öğlen evimin önünden dan din don diye geçen dondurma arabasından dondurma seçerken kafa üstü beline kadar dolabın içine dalan çocuklar, hatta içinde canlı karıncalar gezen o pilav, Fullmoon parti zamanı öfkeden kudurup bütün yabancılara kötü davranan dükkancılar, sokak pazarlarından tutun birbirinden lezzetli sokak yemekçilerine ya da sadece evinin kapısı önünde oturmaya sokakları tepe tepe kullanan, evlerine tıkılıp izole olmadan sokakları ve bir sosyal yaşantıyı paylaşan insanlar, saçlarını bir yandan diğerine briyantinle yapıştırıp kelini kapatan, janjanlı ipek gömlekler giyen amcalar ve sayamadığım daha bir sürü şey geliyor. Yerçekimini azaltmayı başarmış insanlar bunlar, onlarla yaşarken her zamankinden bir santim yukarıda atıyor insanın kalbi... O yüzden bakkala pijamayla giderken çok sevimli görünüyorlar… İşe bu duygularla çantamı topladım, ev sahiplerime, eşe dosta veda ettim, peri ışıklarımı, bilgisayarımı, kitaplarımı alıp daha da yeşil otlaklara göç etmek üzere tekrar yola düştüm. Dünyanın en güzel havaalanı Ko Samui’de ağaçların altında yastıklarda yayıldım, Phuket’te bir gece durakladım ve sabah altı sularında Endonezya’ya istikametine giden Denpasar Bali uçağına binmiş oldum....

17 April 2011

Bebek kertenkele

Bazen bir sabah uyanırsınız ve yerde, koltuğun köşesinde, çatlamış minnacık beyaz bir yumurta bulursunuz, bir santim çapında. Hmmm, bebek kertenkele buralarda bir yerlerde olmalı... Ah işte duvarda, süpürgenin sapının hemen orada. Yakından görmek için resme tıklayın, çoook küçük ve çok sevimli :)

13 April 2011

Yeni ülke, yeni macera, yeni projeler

Geçen Cuma itibariyle Endonezya'ya, Bali'ye gelmiş bulunuyorum. Böylelikle yeni bir ülkede çalışma düzeni kurmanın yürek titreten sarsıntıları bir kez daha başladı ve elbette kolay olmadı ama sonunda oldu :D Bir yandan da H&M'in online moda yayını H&M Life'ın çevirilerinin bir kısmını üstlenmeye başladım. Ayrıca yine WW aracılığıyla Sony (LittleBigPlanet) ve Blackberry ile çalışma fırsatım oldu. Ayrıca LittleBigPlanet'in video projeleri sırasında altyazı programlarıyla haşır neşir oldum, yeni yeni şeyler öğrendim.  Blackberry ile çevirinin daha yaratıcı ve reklam odaklı bir alanına kaydım. Ayrıntıları daha sonra döke saça anlatacağım ama özetle yeni Nomad Ofis'imi kurdum ve Mayıs'ın ikinci haftasına kadar buradan çalışacağım. Mayıs'ta İstanbul, sevdiklerim, küçük evim ve bahar beni bekler :)

06 April 2011

Coffee One


Phangan'da ev bulup Nomad Ofis'i kurana kadar ve bilgisayarım bozulduğunda ve bilumum zamanlarda hayatımı kurtaran One'ın harika internet café'si için küçük bir blogcuk yaptım. One çok utangaç olduğu için fotoğrafını koymama izin vermedi ama kedisi Dam'in fotoğraflarını görebilirsiniz.
http://coffeeone-phangan.blogspot.com

03 April 2011

Başkanım bence...


-Arkadaşlar, güzel Phangan'ımızın, belediyemizin sembolü ne olsun? Meditasyon yapan maymun mu? Takla atan yunus mu? Kokonatlar arasından doğan güneş mi? Yoksa denizaltı, balık, yengeç, deniz yıldızı mı? Siz ne dersiniz bu işe?
-Başkanım bence hepsi olsun.
-Abartmış olmayalım?
-Rileeek... Mai pen raiiii...*
-Eee hadi olsun bakalım.

*Relaks. Boşveeeer.

30 March 2011

Deprem, sel ve kaçak hayvanlar


Kuzeyde Burma sınırındaki 7.0 şiddetindeki depremin ardından son on gündür Tayland'ın güneyini etkisi altına alan fırtına ve sel felaketi sırasında Nakhon Si Thammarat hayvanat bahçesinden kaçan on bir timsahtan biri vuruldu, üçü yakalandı. Kalan yedi timsahın ve ayrıca kaçan iki ayının nerede olduğu ise henüz bilinmiyor. Bu arada New York'ta Bronx hayvanat bahçesinden de bir Mısır kobrası sırra kadem basmış. Bronx Zoo's Cobra ve Bronx Zookeeper twitter hesapları büyük patlamış. Konuşan Ağaç buna ne diyor acaba? Şehirden kaçan hayvanlar da  bir yerlerde buluşuyor ve bize bir taraflarıyla gülüyor olmalılar, tabii elimizden kaçmayı başarabilenler.

"...18 Nisan 1996’da San Fransisco seher vakti şiddetle yükselen korkunç bir gümbürtüyle uyanmıştı. Şehir altmış beş saniye boyunca Teddy Roosevelt’in ağzındaki lastik bir köfte gibi sallandı. Ardından en az gümbürtünün kendisi kadar korkunç bir sessizlik çöktü. San Fransisco’nun kalbi harabeye dönmüştü. Binalar, çatlayıp yarılan sokaklara devrilmiş; çarpılmış insan ve at cesetleri enkazı kırmızıya boyamış; kırılan birkaç düzine ana borudan sızan gaz Kâbusların Yılanı gibi çalıyordu ıslığını. Ardından evsiz ve sakatların gözyaşlarının söndüremediği alevler üç gün boyunca 490 bloğu sardı.
Bu felaket tarihte Büyük San Francisco Depremi olarak geçiyor. Saat İnsanları onu bu isimle bilmiyorlar ama Saat İnsanları depreme inanmıyorlar ki zaten.
Alevler içindeki felaketi etraftaki tepelerden izleyenler arasında dağınık bir Kızılderili topluluğu da vardı.  Çoğu California kabilelerindendi ama Nevada ve Oregon’dan gelenler de vardı ve sayıca az ama nam salmış Siwash’ların, şehirlileşen ilk Kızılderililerin temsilcileri de aralarına yerleşmişti. Çoğu fakirdi ve Barbary Coast’ta vasıfsız ya da pek itibar görmeyen işlerde çalışıyorlardı (fakat şunun da altını çizmek gerekir ki onları şehre getiren para kazanma arzusu değildi, hem de hiç birini. Geldikleri yerde paraya ihtiyaçları yoktu zaten, sadece meraktan gelmişlerdi). Dumanlı tepelerde kamp kuran beyaz San Fransisco’lular enkazı dehşet içinde izliyorlardı. Belki Kızılderililer de bu manzaradan etkilenmişlerdi ama her zamanki gibi madalyonun öteki yüzü kadar gizemli görünüyorlardı. Ancak Kızılderililer de bir hayli dehşete kapılacaktı. Yangınlar nihayet kontrol altına alınıp insanlar ilahiler okuyup dualar ederek ve metropollerini yeniden inşa etme planlarını birbirlerine haykırarak daha soğumamış küllere geri koşmaya başladıklarında Kızılderililerin gözleri hayretle büyüdü. Gördüklerine inanamıyorlardı. Beyaz adamın bilgelikten yoksun olduğunu biliyorlardı ama tamamen gerzek olabilir miydi? Bu kadar büyük ve korkunç bir işareti anlayamıyor muydu? Beyaz adama güvenmeye başlayan Kızılderililer bile büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Kenti yeniden inşa etmek mi? Başlarını sallayıp söyleniyorlardı..." Tom Robbins, Even Cowgirls Get The Blues.

22 March 2011

Astronotlu omlet çobası ne zaman içilir? Tabii ki top atılınca.

Overload Maksima: Tropiklerde aşırı iş yüklenmesi durumunda yeterince Pomelo (Citrus Maxima) meyvesi tüketilemediğinde ortaya çıkan durumdur. Evinde temiz tabak bardak kalmayan, bir çay koyanı bulunmayan  kişi Thai usulü astronotlu omlet çorbası ya da omletli astronot çorbası tüketmeye başlar. Hatlar karışır. System overload, overlodçu geldi, overlord, dzzttt..Aradığınız Pomelo Anderson'a şu anda ulaşılamıyor. Evde yokuz.

12 March 2011

Koşmak, yazmak vesaire...




Yazmayalı üç hafta olmuş. Demek ki tam üç haftadır H&M dergi çevirisiyle uğraşıyorum. Üst üste üç hafta sonu boyunca da çalışmam gerekti, denize gittiğim bir gün ve havuza gittiğim bir öğleden sonra hariç 21 gün non-stop yüklenmişim demek ki. Ama şikâyetçi değilim sonuçta kendimi bu işin tarihlerine göre ayarlayıp her şeyi ona göre planlıyorum, işin kendisi de eğlenceli, yaparken hoşuma gidiyor yani. Koh Phangan’da İstanbul’dan çok da farklı değil hayatım, yine sabah sekizde kalkıyorum, kahvemi içerken sabah feysbukları ve internet burçlarına bakıyorum. Öğlen yemek arası. Haftada üç gün akşam 6’da koşmaya çıkıyorum, sonra duş ve akşam yemeği. Burada genelde akşam yemeğini dışarıda yiyorum İstanbul’dan farklı olarak, çoğunlukla da Thong Sala’daki yemek pazarına gidiyorum. Ekstra durumlar haricinde akşam 6’da işim bitmiş oluyor denebilir. Benim de 8 saatlik günlük bir mesaim var anladığım kadarıyla. Bazen bu 10, 11 saati geçebiliyor mecburen ama burada olmanın iyi yanlarından biri o 11 saatin arkasından gidip bir saat deli bir masaj yaptırmak, denize ya da havuza girmek, ya da deniz kenarında veya parkta kitabımı okumak, tropik meyveler, bolca deniz ürünü ve enfes yemekler… Yemek yapmak ve temizlikle çok fazla uğraşmak zorunda kalmamak da yoğun çalışma dönemi için güzel bir avantaj, çünkü bu zamanlarda çoğunlukla yemek yapacak halim ya da vaktim olmuyor. Sürekli çalan bir telefon ve kapı vesaire olmaması da doğrusu işleri kolaylaştırıyor. Ama başka faktörler var, mesela sıcak… Eeeevet, size sıkıcı hayatımdan bahsediyorum, hatta sıkıcı hayatımı itiraf ediyorum. Bu son dönemde şakayla karışık bir kompleks haline getirdiğim bazı meseleler var, onlarla yüzleşip barışmaya çalışıyorum. Mesela dj’likten emekli olmak, mesela eskiden zevkten dört yuvarlak köşe olup fırfıl fırıl dönerekten hafifçe göğe havalandığım, mutluluktan şeker gibi erdiğim partilere gidip de bu ne lan demek… Sanki özel olarak dünyadan gizleniyormuş gibi yaşamak ve insanlardan kaçıyor muyum yoksa ben gibi bir his… Bu gibi şeyler. Tuhaf, insan utanıyor, ya ne oldu yaşlandım mı, içim mi geçti, ne oluyor bana diye… Ama neler olup bittiğini yavaş yavaş anlamaya başladım sanki. Anlayışım biraz yavaş olabiliyor. Son dönemde yaşadığım değişim bir altı aydır keskin ve belirgin bir biçim kazandı ama şimdi geriye baktığımda bu dalganın nerelerde kum kaldırmaya başladığını da artık görebiliyorum. Ruhumun çeperlerini santim santim anlatmak değil niyetim ama ister istemez şu sıralar gündemimde olan, aklımda yer tutan şeyler bunlar, o yüzden bugün de yemekte bunlar var.
Aslına bakılırsa herşey, herşeyi aynı anda yapamayacağımı fark etmemle başlamıştı. Evet o zamana kadar aynı anda herşeyi yapabileceğimi sanıyordum. Ama elimde çevirdiğim topların sayısı artarken topların bazıları da büyümeye başladı ve tek tekerlekli bisikletimle ağzımdaki çubuğun ucunda dönen tabağın da buna çok faydası yoktu. Kimi işler ciddiye bindi, bazı hevesler çoktan alınmıştı, öncelikler değişmeye başladı, taşlar yerinden oynarken zemin de değişiyordu. Bazı tercihler yapmak zorunda kalacağım hissi beni hayal kırıklığına uğrattı ama aslında bazı iplerin ucunu artık bırakmak istiyormuşum da haberim yokmuş. Bu süreci daha da deşme arzuma şu anda gem vuruyorum ve bunları yazmama neden olan kitabı açıklıyorum: Haruki Murakami’den tüm koşmayı sevenler için geliyor: What I Talk About When I Talk About Running… Bütün bunlarla koşmanın ne ilgisi var efendim denebilir ama çok ilgisi var; çünkü koşmak benim hayatımı değiştirdi; ya da hayatımın değişimi beni koşturdu da denebilir.
Uzun yıllar İstanbul’da çalıştıktan sonra seyahat hastalığına tutunaraktan kendimi ofis düzeninde çalışma dünyasından tamamen diskalifiye etmiş oldum.  İki üç senemi aldı bu geçiş. Ama hergün bir ofise gidip gelerek, mutlu huzurlu insan gibi yaşamak bir yana, üretken ve verimli bir çalışan olmam da mümkün değildi artık. Bir sakatlık ya da hastalık gibi düşünün; deli işte ofiste çalışması mümkün değil. Sonuçta herkesin becerileri, eğilimleri ve tolerans eşikleri farklı... İşte ben de bu şekilde freelance çevirmen ve metin yazarı olarak çalışmaya başladım. Henüz altı ay geçmeden de hastalandım. Tuhaf ve ezici bir kronik yorgunluktan dolayı kolumu kaldıramıyordum. Gerçekten doktor doktor gezdim, yaptırmadığım tahlil kalmadı. O sıralarda vegan beslendiğim için en çok b vitamini eksikliğinden şüpheleniyordum ama turp gibiydim, hiçbirşeyim yoktu. Ama günde sekiz –on saat aralıksız bir sandalyede oturup bilgisayarda çalışmanın böyle bir etkisi olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Sonuçta ofisler, şirketler, devlet dairelerinde de insanlar böyle çalışıyorlar ama bunu kendi evinizden çıkmadan yapınca bir başka oluyor. İnsanlar otoparka, dolmuşa falan yürüyorlar, öğlen yemeğine gidip geliyorlar, arada kahve makinesinin başında iş arkadaşlarıyla sohbet ediyorlar, bankaya gidiyorlar falan ne bileyim… Gene evde çalışan birinden daha çok hareket ediyorlar yani, benim yatağımdan çalışma masama olan mesafe nedir ki? Sabah vapura binip ufka bakmak var, ağzında diş fırçasıyla bilgisayarı açmak var… Özetle hareketsizlik enerjimi azaltıyordu, ayrıca boynun belli bir açıda sürekli durmasıyla kulağın içindeki denge kristallerinin de başrollerde oynadığı bir takım tatsız durumlar vardı. Doktorum da bana tek tedavi olarak “koş” dedi ve gerçekten yıkıldım. Yürüsem olmaz mı dedim, hayır dedi, koşarkenki zıplama hareketine ihtiyacım varmış.
Ortaokul ve lise yıllarımda en büyük kâbuslarımdan biri beden eğitimi dersinde koşmaktı, İncek’teki kampüsün etrafında karlara bata çıka, en arkada, nefes nefese… Tek kelimeyle iğrenç. Hayatım boyunca da koşmaktan nefret ettim, ama bana bir şeyin zorla yaptırılmasına doğal allerjimin yanı sıra çocukları kendi beden ritmi dışında zorlayarak koşmaktan tiksindiren okul sisteminde aramak gerekiyor suçu. Her neyse, ömür boyu koşmaktan kaçındığım gibi koşanlara da deli gözüyle bakıyordum elbette. Laos’ta ormanda koşan bir oğlan gördüğümde inanamamıştım mesela. Önceki tatillerimde de Hindistan’da plajda falan koşanları gördükçe bunu kim dürtmüş diye düşünüyordum, allah akıl fikir versin… Dolayısıyla dünyanın bir numaralı koşma düşmanlarından biri olarak başladım bu işe, ama gerçekten de başka çarem yoktu çünkü artık gözümü açamayacak kadar yorgun ve depresif hissediyordum kendimi. Ve istediğim özgür çalışma düzeninin bedeli bu olmamalıydı.
Koşmaktan bu kadar nefret eden biri olarak düzenli koşmaya bu kadar çabuk alışmam ve zevk almaya başlamam beni oldukça şaşırttı. Bir iki hafta içinde kendimi çok daha canlı ve yenilenmiş hissettim. Kısa sürede de bağımlı oldum. Koşmanın patlattığı mutluluk hormonlarına, sonrasındaki deliksiz uykuya, hemen koştuktan sonra taş gibi sertleşince mutlu olan ve tekrar yaşadığını hisseden kaslara, yorgunluk hastalığından kurtulup enerjik, canlı, taze hissetmeye… Koşmadığım zamanlarda depresif bir hal geliyor üzerime ve koştuğum anda da mutlu oluyorum. Hastalığı belli ilacı belli, kötü bir anlaşma sayılmaz. Arada ara verdiğim ya da koşmak yerine paten kaydığım zamanlar oldu ama hayatımdan tamamen çıkarabileceğimi gerçekten düşünemiyorum. Yani meslek değiştirip bedenimi kullanarak yaptığım bir işe geçmediğim sürece… Bir buçuk yıldır haftada üç gün 40 dakika koşuyorum ve şimdilerde 45’e çıktım bakalım bir saate ulaşabilecek miyim….
Yahu Sona, Murakami zaten yazmış koşmakla ilgili kitabı, sen niye şimdi bunları yazıyorsun derseniz onun cevabını da aynı kitapta Murakami vermiş; düşüncelerimi kâğıda dökmezsem bir şey anlamıyorum diyor. İyi peki, allah Murakamini versin Sona ne diyeyim! Koşmaktan da, koşmak hakkında yazmaktan da utandığını açıkça söylüyor kendisi ben de ona katılıyorum. Bir kere herkes ne kadar sağlıklı ve sıkıcı bir hayat yaşadığınızı öğreniyor, yazar dediğin kendini içkiyle uyuşturucuyla yamultacak ya illa, öyle bir beklenti var, halk bunu istiyor. Ama bir de diğer cins yazarlar var, Murakami elbette bu konuya da değilmiş… Neyse, asıl mesele şu: Murakami bir yazar ve aynı zamanda bir koşucu. Haftada altı gün bir saat koşmakla kalmıyor her sene maratonlara falan da katılıyor. Kendisi 62 yaşında. Daha da sağlıklı olayım aman sağlıktan çatlayayım daha da geç öleyim inşallah diye mi koşuyor, hayır. Bunun cevabı o kadar basit değil. Ne zamandır koşuyor? 1982’den beri. 30 yılı geçmiş… Koşmadan önce ne yapıyormuş? Henüz yazar değilmiş, Tokyo’da bir bar işletiyormuş; bir caz kulübü. Bar işleten biri ne yaparsa onu yapıyormuş işte, noktürnal bir yaşam, içki sigara müzik vur patlasın çal oynasın… Ama otuzlu yaşlarının başında yazar olmaya karar vermesiyle koşmaya başlaması aşağı yukarı aynı zamana denk geliyor. Sonra sigarayı da bırakmış. Fatih Akın’ın Soul Kitchen filminden sonra bir röportajında daha fazla film çekebilmek için sigarayı bıraktığını duymuştum ama sonradan bulamadım, atmış olmayayım. Konumuz o değil tabii, ama sonuçta ben yaşamımı güzel sürdürebilmenin bir yolu olarak koşmayı bulmuştum kendime ve Murakami gibi sevdiğim bir yazarın da koştuğunu, koşmadan yapamadığını; koşmakla yazmak ve yazarlık arasındaki ilişki konusunda koşu günlüğüyle biyografi arası bir kitap yazdığını duymak elbette beni çok çok heyecanlandırdı. Bu utanç verici sağlıklı yaşamımı destekleyecek bir teori vardı demek ki, en azından yalnız değildim.
Murakami kitabında yazmakla koşmak arasında fiziksel, felsefi ve spiritüel bağlar kuruyor. Onun deneyimlerini okumak bana kendimle ilgili pek çok şey hatırlattı, sıcak memleketlerdeki koşma ve yazma deneyimlerinin arasına tropik meyveleri yedirmesinden evdeki tadilat gürültüsüyle ilgili şikâyetlerine kadar… Bar işlettiği ve her türlü deneyime açlıkla saldırdığı yılların ardından yazarlığı seçtikten sonra paradoksal biçimde de olsa sağlıklı ve asosyal, evet bildiğiniz asosyal, yarı münzevi bir yaşama geçişi bana belki de o kadar utanç verici ya da korkunç bir durumda olmadığımı düşündürdü. Sanmıyorum ki ödüllü meşhur usta romancılar öyle vur patlasın çal oynasın bir yaşam sürüyor olsun. Orhan Pamuk Babamın Bavulu başlıklı Nobel ödül töreni konuşmasında yazarlığın part-time bir iş olmadığını, nasıl bir disiplin gerektirdiğini anlatıyordu örneğin. Ya da Murat Gülsoy Büyübozumu: Yaratıcı yazarlık kitabında en nefret ettiği şeylerden birinin uykusuz kalmak olduğunu söylüyordu. Yazarlık disiplini, yazarların ritüelleri, ne olursa olsun her sabah yazmalar, yazmasa bile masada oturmalar… Yazarlığa dair bir takım söylenceler… Ben dantel gibi işleyerek kütük gibi kitaplar yazan biri olacağımı hayal etmedim hiç.  Daha uçarı, spontane şeylerin peşinde koştum. Şimdi geçenlerde Kadir İnanır “Ne Al Pacino ne Robert de Niro ne de ben, Marlon Brando’nun gölgesi bile olamadığımızı biliyoruz” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Benim söylediğim de buna benzedi ama ne demek istediğimi anladığınızı umuyorum. Oysa şimdi bir çevirmen ve metin yazarı olarak ciddi bir disiplin içinde çalışıyorum, belki bu tecrübe bana bir esas, bir pratik kazandırdı, kazandırıyor ve belki beni başka bir yerlere taşıyacak, bilemiyorum, bunu zaman gösterecek. Tabii belki de yarın evlenip sekiz çocuk yaparım ve kocam çimleri biçerken bahçe çitinden atlar kaçarım. Nabokov’un bir kelebek uzmanı olduğunu ve kelebeklerin evriminin devam ettiği teorisinin yıllar sonra bilimsel olarak kanıtlandığını biliyor muydunuz? Belki de hazır yakınlarındayken bir kelebekle evrilmek üzere Borneo ormanlarına gidip bir daha gelmeyebilirim. Bir arkadaşım bana “Sona bu kadar zamandır yazıyorsun; şu kitabını, kitaplarını yaz artık daha sen de biz de rahatlayalım” dediğinde ona hak vermiştim ama içten içe kalbim de kırılmıştı sanki. Bana geç kalmış, daha kötüsü lafta kalmış bir yazar gibi hissettirmişti. Her gün şarkı söyleyen bir kuşa ne zaman albüm çıkarıp şarkıcı olacaksın diye sormuşlar, o da cik cik demiş. Babam günde bir sayfa yazarak roman yazılabileceğine inanıyordu ve kendi işinin yanında bir roman yazdı da: Şamanın Üç Soygunu. Ama ben bunun herkes için geçerli olduğuna inanmıyorum, en azından benim için değil. Murakami herkese koşmayı tavsiye edecek, en güzeli budur herkes koşsun diyecek değilim diyor. Sadece koşmanın kendisine uygun olduğunu, bunu sevdiği, kendisine iyi geldiği ve yapabildiği için yaptığını söylüyor.
Koh Phangan’a geldiğimde bayağı bir vaktimi kendime uygun bir ev bulmak ve bir çalışma düzeni kurmakla geçirdim. Tayland’a geliş öncesi hazırlıklar ve aileyle geçen vakitte de koşamamıştım. Buraya gelince yoga falan farklı bir şeyler yaparım diye düşünüyordum fakat ihtiyacım olanın yoga olmadığını, yoganın beni kesmediğini, koşmam gerektiğini hissettim. Önce ormanın içine doğru koştum, köpekler kovaladı. Burada bekçi köpekleri gerçekten de korkutucu olabiliyor. Daha önce sahilde kocaman bir tanesi patisini ayağımın üzerine koyup bana vahşi dişlerini göstererek sahibi gelene kadar beklemişti. Ana yolda koşanları görüyordum ara sıra. Bunların çoğu antrenörlerinin insafına kalmış Muay Thai boksörleri. İlk kez bir akşamüstü 6 gibi çıktım ve her zaman yaptığım gibi koşmaya başadım… Ama bir on dakika sonra bir şeyler oldu,  pes ettim; koşamadım yürüdüm ve bu ilk defa başıma geliyordu. Sadece bir ay antrenmansız kaldım diye olabilir miydi bu? Asabım bozuldu. Kimsenin bahsetmediği ama dünyanın en yaz meraklısı insanlarından biri olarak beni bile yerden yere vuran aşırı sıcak ve sürekli çalışmak o eski yorgunluk sendromunu da geri getirmişti. Gittim spor salonuna baktım, koşu bandı yok. Zaten oççik kapçik müziklerle kas manyağı delikanlılar arasında dört duvar içinde vakit geçirmeyi de canım hiç çekmedi. Bir de Thong Sala parkında akşam aerobik yapan teyzeler ablalar var, haftada altı gün akşamüstü toplanıyorlar. Büyük hoparlörlerden bangır bangır happy hardcore’la tekno karşımı acayip bir müzik eşliğinde atlayıp zıplıyorlar. Halktan halka ücretsiz bir spor hizmeti, isterseniz kutuya bağış bırakabiliyorsunuz ama baktım o da bana göre değil. Biraz araştırmadan sonra tropik iklimde koşmanın biraz farklı bir şey olduğunu keşfettim. Yani 30-32 derecede yüksek bir nem oranı içinde koşmak için bir çeşit aklimatizasyon gerektiğini, daha yavaş koşmak, daha çok sıvı almak gibi ipuçlarıyla vücudun bu iklimde koşmaya birkaç haftada alışacağını öğrendim; öyle de oldu. Koşmadan önce saçlarımı ıslatıyorum mesela, bunu yapmazsam koşamıyorum gibi bir şey hatta. İşte bu süreçte koşmak bir kez daha hayatımı kurtardı diyebilirim, hayatımda ne kadar önemli bir rolü olduğunu bir kez daha anladım. Şimdi haftada üç gün saat altı gibi çıkıyorum çünkü daha geçe kalırsam hava kararmaya başlıyor ve dönüş yolunda Easy Bar, Lady Bar, Miss Saigon gibi nezih mekânların önünde Thai kızlar topuklu pabuçları ve minicik elbiseleriyle dans etmeye başlamış oluyorlar. Onlar sokakta barın önünde dans ederken aralarından koşmak bir tuhaf kaçıyor ister istemez. Bense onların akşam için hazırlanıp saçlarında havluyla barın önünde ayaklarına oje sürüp sigara içtikleri, geceye hazırlandıkları saatlerde koşmayı yeğliyorum. Bu barlardan birindeki bir kız birkaç haftadan sonra geçerken bana gülümseyip el sallamaya başladı, şimdi oradan her geçişimde selamlaşıp helloooo, sawadee kaa, havaryuuuu diye bağırışıyoruz. Bazen rüyamda bile çeviri yaptığım ya da kendimi rüya içinde not alırken bulduğum aşırı soyut dünya içinde koşmak kadar somut, canlı bedensel bir eylem hayatımda bir omurga işlevi görüyor sanırım. Aynı zamanda bir jeneratör gibi, ihtiyacım olan enerjiyi üretmemi sağlıyor.
Alice, Harikalar Diyarı’nda kendini Kırmızı Kraliçe’yle koşarken bulur. Kraliçe ona sürekli daha hızlı, daha hızlı diye bağırıyordur. Ama ne kadar hızlı koşsalar da oldukları yerden bir adım ileri gitmiş değillerdir. Alice, benim geldiğim yerde böyle hızlı koştuğumuz zaman genelde bir yere varırız, der kraliçeye. Aman ne yavaş ülkeymiş orası diye cevap verir Kraliçe. Burada biz olduğumuz yerde durmak için koşarız. Bir yere varmak istiyorsan iki katı hızlı koşman gerekir. Sonuçta ben de şu otuz üç yaşıma kadar hayatımı gizli ormanlarda küçük ışıkları kovalayarak geçirmeseydim, at hırsızları ve soyguncularla arkadaşlık etmeseydim belki şu anda daha başka bir yerde olurdum. Ama o zaman da söyleyecek, yazacak, ya da beni ben yapan şeye sahip olmazdım. Ya da söyleyeceklerim çok başka şeyler olurdu. Daha bir yıl önce dj’lik yaparken 300 kişinin sihirli bir dağ başında karşımda eğlenip zıpladığını görmekten aldığım hazzı asla unutmayacağım, çok çok güzeldi, bunun için herkese teşekkür ediyorum. Bundan vazgeçmenin hiç de kolay olmadığını itiraf etmeliyim. Şimdi olduğum yer öyle kalabalık ve o kadar renkli bir yer değil. Ama şu anda burada olmam gerektiğini hissediyorum. Hayatım boyunca yaptığım gibi şimdi de yazıyorsam, koşuyorsam, bir yere varmak, bir şey olmak için değil, olduğum yerde durabilmek, olduğum gibi akabilmek, olduğum şeyi olabilmek içindir. 

07 March 2011

Havadis-ül Phangan Postası : III


Merhabaa! Bu maili ilk kez alanlar var, madem öyle niye önceden göndermedin eşşek demeyin, anca akıl ettim şimdi gönderiyorum. Bu Havadis-ul Phangan Postası’nın üçüncü bölümü. Eğer ilk kez alıyorsanız önce hemen aşağıdaki birinci ve ikinci bölümlerden başlayın. Arada www.sonaertekin.com’a fotoğraf da koyuyorum oraya da göz atabilirsiniz.

Hasretle öperim!
Sona

Havadis-ül Phangan Postası : III
12 Şubat 2011

Bir zamandır sesim çıkmayınca keyfimin yerinde olduğunu tahmin etmişsinizdir. Kıçın sıkışınca dır dır şikayet etmeyi biliyosun ama diyenleriniz çıkabilir. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu bu konuya açıklık kazandırmıştır aslında: “Mesut günlerin yazılacak nesi olur ki?..”
Önce de anlattığım gibi guesthouse yaşantısı gürültü faktörüyle özellikle zor geçti. Sabah kalkıp çalışıcam ulan ben, desen sabahın altısında sarhoş sarhoş bağırıp şarkı söyleyen bebeler ne anlayacak. Kaldığım bungalovda iki mikro kurbağanın yanı sıra geko denen bir arkadaş vardı. Bu geko denen açık yeşil üstüne pembe desenli kertenkele arkadaşın adını çok duymuştum, sesini de duymuştum ama kendisini görmemiştim. Kendisiyle on gün kadar ev arkadaşı olduk. Önceleri bungalovun dışından geliyordu sesi. Resmen “gekkoooo” diye bağırıyor alet, gayet de net bir şekilde. Üstelik de gayet yüksek bir sesle, öyle cik cik bıdık bıdık değil. Sesi yüksek olunca kendisinin boyu ne kadar diye de düşünmeye başladım. Sonra bir gece tam yatağın altından geldi sesi. Bir huylandım gürültü falan çıkardım, yastıkları yatağın kenarına dayadım. Ertesi gece banyodaydı. Bungalovun bir kısmı neredeyse kartondan yapılmış olduğu için banyo kapısındaki kırıktan kapının içindeki boşluk görünüyor. İşte o anda gördüm gekonun kuyruğunu. İçinde durduğu kapıyı iki gün yavaaaaşça açıp kapadım. Yani haftalar oldu geleli ay oldu resmen, çokça yusufçuk hasancık ya da da daha doğrusu chang’cık pong’cuk görüyorum ama her seferinde bir titreme geliyor yakından görünce. Üstelik onlar ufak. Ama gekonun kuyruğunu görünce ay bu büyük yahu diye iyice hoş oldu içim. Tabi hemen gogıl ettim arkadaşı, “uğurdur, börtü böceği yer”den tutun da “çok iyi huyludur ama bi ısırdı mı beş saat bırakmaz”a kadar çeşitli yorumlar vardı. Velhasıl bir gece kendisiyle karşılaştık banyo duvarında, tamamını görünce en azından bir rahatladım, o kadar korkunç değilmiş ama boyu kolumun yarısı kadar şimdi insan hemen alışamıyor öyle.
            Kaldığım yerin sahibi olan aile de bir hayli genişlemiş, son geldiğimde iki kızları ve torbacı oğullarıyla götürüyorlardı işi. Şimdi gelinler damatlar torunlar falan var ortada. Süs havuzu yapmışlar içinde balıkları bitkileriyle. Sahibi olan amca gerçekten oyuncak sever birisi. Oyuncaktan kastım motorlu aletler. Torununu da kendine benzetmiş. Bir bebeği uyutmak için kucakta motorsiklete bindirilip bahçede dört dönüldüğünü ilk kez burada gördüm. Büyük toruna akülü araba, kendine de caterpillar kepçe almış adam, anlaşılan işler de ilerlemiş. Kepçeyle kendi oynuyor, napıyor anlamadım öyle bir dolaşıyor, etrafı eşeliyor ama bir şey yaptığı yok. Torunları eğlendirmek için de kepçeye bindiriyor elbette. Her fırsatta açık garajında motorsiklettir arabadır söküyor takıyor birşeyler yapıyor ama gerçekten mutlu bir aile gibi görünüyorlar. Buradaki insanların ifadelerini anlamakta güçlük çekiyorum. Turistik bir gülümseme olayı var heryerde, nedense benim kalmayı tercih ettiğim yerler hep suratsız insanlara ait. Bir de yüz ifadeleri öyle bir hızla değişiyor ki, yahu bozuldu mu ne oldu diye endişeleniyor insan ama galiba default bir durum bu. Bu pansiyonun hemen girişindeki evde yabancı, çok kocaman obez bir adam vardı iki sene önce. Adam köpeğiyle oynamak için motora binip hindistan cevizini ayağının dibinde taşıyıp bırakıyor, köpek alıyor, adam motorla ilerliyor, köpek getirip yerine koyuyor şeklinde bir oyun oynuyorlardı. Lakin adam daha da kilo almış, ne zaman görsem evin verandasında fayans kaplı beton masa gibi biryerde yatıyor artık, önünde de laptopu. Yazık…
            Eve geçene kadar Coffee One’da çalışmaya da devam ettim. Orası da dokuzda kapanıyor. Benim bu nomad ofis olayı iş yaptığım bazı yerlerde “anaaa, how cool is that” şeklinde karşılandı gerçi ama onlar benim burada plajda geniş beyaz şapkamla mai thai’mi yudumlarken maillerime baktığımı düşünürken ben yağmur mu yağdı, elektrik mi gitti, orda jeneratör mü varmış, pizzacıda wifi gece açık mı dedin, burası kapandı oraya gideyim ordan da şuraya giderim şeklinde deli danalar gibi oradan oraya koşturup duruyor, internet kovalıyordum. Eşyaları kuru tutan çantam, dev şemsiyem ve ben şeklinde… Sonunda ev boşaldı eve geçtim ve herşey birden değişti. Ev güzel… Baya büyük ve yeni, tertemiz. Yani benim düşündüğün standartların çok üstünde aslında, eh şikayetçi değilim elbette. Sıcak su, canavar gibi internet, mutfak, klima, televizyon, salon, balkon ne ararsan var.  Gerçi klimayı kullanmıyorum. Sabah yeterince erken kalkarsam mutfak penceresinden güneşin doğuşunu görebiliyorum ve uçsuz bucaksız kokonat ağaçları ufka uzanıyor, aralarında yer yer beliren çok güzel boz renkli ve yuvarlak taş devri kayaları var. Bu kokonatlarda beni müthiş büyüleyen bir şey var, nedir bilmiyorum ama bayılıyorum. Evin önünde ve arkasında iki tane küçük göl var, geceleri bir kurbağa ve cırcır böceği korosu eşliğinde uyuyorum. Sabah horozlar “Arrrkaaadaaşlaaaaaaaaaaaaaar!” diye ısrarla bağırıyorlar. Ev yeşillikler içinde. Yola yakın olduğu için biraz yol sesi var ama onun dışında gayet sakin sessiz. Sağımda solumda iki komşum var onların da sesi soluğu çıkmıyor. Evde televizyon olmasını hiç beklemiyordum. Hani edebiyatta bir esas vardır, bir kitabın başında silah varsa muhakkak kullanılır, diye. Bir evde televizyon varsa muhakkak izlenir de diyebiliriz sanırım. Syfy diye bir kanal var, işte Star Trek, Merlin, Ghost Whisperer, Battlestar Galactica ne kadar uzaylı sihirli büyülü dizi varsa gösteriyor, onlara takılıyorum akşamları, tutamıyorum kendimi. Bir de tabii Behzat Ç. olmazsa olmaz… Yani anlayacağınız İstanbul’daki süper asosyal memur yaşantım burada da devam ediyor. Sabah 7-8 gibi kalkıp işe başlıyorum. Nedense burada daha az oyalanıp daha konsantre çalışıyorum, işim daha erken bitiyor. Bayağı da ekstra iş geldi geldiğimden beri, iki aylık kiram çıktı bile. Tom Robbins kitabının çevirisini de neredeyse yarıladım. Yağmurlar bitti bu arada, artık ne fırtına, ne elektrik kesintisi kalmadı çok şükür. Eve geçtiğimden beri dışarı neredeyse hiç çıkmaz oldum. Zaten parti ortamlarına şöyle bir ucundan uğrayınca bile çok tuhaf hissediyorum, içim bir cız ediyor. Beni onca heyecanlandırıp son birkaç senedir hayatımı dolduran bu müzik, yaşam ve insanlardan inanılmaz kopuk hissediyorum, yüreğimi burkuyor bu duygu ve fazla kalamıyorum. Ama belki de tek başıma olduğu içindir, yanımda arkadaşlarım olsa daha eğlenceli olur eminim… Ban Sabaii’de gel çal dediler, dergi çevirisi bittikten sonra belki bir partide çalabilirim, sonuçta çok güzel, sevimli ve sıcak bir yer Ban Sabaii. Mutlu İnsanların Evi demek Thai dilinde.
            Neyse bu asosyallik nereye kadar, dergi başlamadan bari birşeyler yapayım dedim ve dalış kursuna Lotus Diving denen elemanlara gittim. Sonra kolumda bir lotus dövmesi üzerinde de Thai dilinde “choice” yazdığını farkettiklerinde bir heyecan olmadı değil J Ben onu düşünerek seçmemiştim ama hoşluk oldu tabii. Havuzuydu, teorik dersiydi derken ilk dalış günü geldi çattı. Hayatımda ilk defa tüple dalıyorum acayip heyecanlandım. İlk birkaç dakika tamam dedim ben yapamayacağım bu işi, buraya kadarmış. Maltalı Karen diye bir kızdı eğitmenim ve çok tatlı bir tipti. Ne olduğunu anlamadan denizin dibinde buldum kendimi. Baya Finding Nemo şeklinde rengârenk balıklar; psychedelic partinin alası denizin altındaymış. Mor üstüne sarı çizgili, fosforlu sarı üstüne siyah puantiyeli, işte o akvaryumlara koydukları tropik balıklar ve o bitkiler yosunlar mercanlar… Daldığımız yerde bir önceki gün görülen whale shark herkesi acayip heyecanlandırmıştı ama kendisini göremedik. Daha önce kaplan peşinde ormana gittiğimde de gördün mü, gördünüz mü, şunlar dün görmüş, ay inşallah yarın görürüz muhabbeti vardı. Burada da whale shark olayı var. Bu işi yaptıran kişilerin de hadi bakalım yarın görürüz belki şeklinde takılması beni şaşırtıyor. Bu da mesleğin bir parçası mı yoksa hala her gördüklerinde heyecanlanıyorlar mı merak ediyorum. Ne kadar güzel olursa olsun kim hergün dalmak ister ki? E peki ben hergün yazı yazmaktan hoşlanıyor muyum? Aslında galiba evet. Arada dırdır etsem de seviyorum yani. İşte öyleydi böyleydi derken Open Water 1 kursunu tamamladım, sınavı geçtim brövemi aldım. Dalış ortamı da biraz geyikmiş ama naparsın… Arada haftasonu denize de gidiyorum bazen. Adanın benim olduğum tarafında deniz çok sığ, girilmiyor. Motorla öteki taraflara gidiyorum. Çok güzel tropik bir kartpostal gibi görünüyor ama bizim denizimiz gerçekten de on bin basar, burada öyle bir deniz görmedim.
            Geçen haftasonu bir de film festivali oldu, plajda kocaman perde yapmışlar, şezlong ve plastik koltuklar dizmişler oraya gittim. Auroville belgeseli vardı bir tane onu izledim. Bir de arkadaşıma rastladım. Çakmak istedim, ben adanın batı tarafındakilerdenim, bizde çakmak bulunmaz, dedi. Şimdi adanın batı tarafı yogacıların ve aydınlanmış ampul gibi pırıl pırıl insanların hâkimiyetinde. Güzel bir şey tabii herkesin kendi mahallesi var. Srit Thanu yani Aydınlıkevler yoga mahallesi, Agama yoga denen bir yoga mafyası var oraya takılıyorlar. İçki sigarayı bir kenara bırak kahve yok kahve.  Aşırı sağlıklı yaşadığım dönemlerde diyordum ki kendime e yakında su içmeyi de nefes almayı da bırakırım tam olurum o zaman. Adanın güneyinde ise parti cumhuriyeti var. O yüzden de pansiyondaki bebelere, ya arkadaş dün gece çok eğlendiniz de ben uyuyamadım gece, diyince “Burası Ban Tai” dedi bitli çocuk. İyi de yani biz de genç olduk biz de partiledik, pil denen bişey var. Tak hoparlörüne git sahilde takıl niye odaların dibinde deliriyosun??
Neyse… Ev ararken hergün 7 saat motorla deli danalar gibi dolaştığım sırada bir evin girişinde kafesteki bir kuş bana “calm dowwwwn!” dedi biliyo musunuz J?  Kuş seviyor bu insanlar, çoğu insanın bahçesinde bir iki tane ahşap kafeste kuş var. Bu konuşan papağan da değildi, sarı takkeli, siyah bir kuş adını biliyordum ama unuttum. Bir defasında da kafasında maymunla motorsiklete binen bir adam gördüm. Maymun kollarıyla adamın kafasına sarılmış, alnından tutup iyice yapışmış öylece gidiyorlardı. Sonra öğrendim ki kokonatçıymış adam. Adam duruyor maymun da çıkıp kokonatları topluyor. Kokonatların düzenli toplanması çok mühim bir iş aslında, her yıl 150 insan kafasına kokonat düştüğü için ölüyor yani, boru değil…
            İşte havadisler böyle. Baya sağlık ve huzur manyağı oldum gene ama bi sapık katil falan bulup gönlümü kaptırmadan bu huzurdan kaçmanın daha yaratıcı, başka bi yolunu icat etmeyi umuyorum bu defa. Derinden hissettiğim bir başka şey de şu, ne kadar güzel olursa olsun, paylaşmayınca tadı çıkmıyor. O yüzden hepinizi çok özlüyorum. Kucaklayıp öpüyorum!

Sona

Havadis-ül Phangan Postası : II


Havadis-ül Phangan Postası : II
25 Ocak 2011

Canım arkidişlerim,

Bana cevat yazanlara ayrıca Cevat yazıcam ama şimdilik özetler şöyle: iş güç kaygısıyla beraber seyahat hiç kolay değilmiş, büyük bir mücadeleymiş meğerse. Herşeyin bir ilki vardır, bunlar da tecrübe elbette. Ama durum benim kendine eziyet etmekte çok başarılı bir yengeç olmamla sınırlı değil sanırım. Şimdi mesela üç gündür yağmur yağıyor. Sadece tatilde olsam ay ne güzel diye bakakalmaya devam edebilirim. Ama ilk gün öyle acayip bir fırtına vardı ki, sürekli gök gürledi, gümbür gümbür ama nasil, Tropical Thunder III filmini çekseler yeriydi. Gelgelelim fırtına kopunca bir gün boyunca elektrikler gitti, internet de öyle. Aldı mı beni kare kare bir düşünce... Şimdi Şubat’ta dergi projesinin ortasında olursa böyle, ben ne ederim? Adamlar iş vaktinde yetişmezse valla kimsenin gözünün yaşına bakmazlar. Yeni bir plan geliştirmem gerekebilir ya da allaha sığınıp buradaki o eve yerleşirim Şubat'ın üçünde ve her gün yağmur yağmasın diye dua edebilirim. Ne yapayım bilemedim. Son
kaldığım pansiyonu Fransızlar işletiyordu. Adamların tembellikten kesmedikleri yaşlı bir ağaç bir bungalovun üzerine yıkıldı fırtınada ve çatı olduğu gibi paramparça oldu. O sırada içeride olan zavallı turist kız neyse ki birkaç çizik ve sıyrıkla kurtuldu. Heriflerin umurunda bile değil. Gök delinmiş gibi yağmur yağıyor, su yok, elektrik yok, yemek de yapmıyorlar. Pansiyonda kalanlar yağmurlukları giyip herkese yemek taşıyorlar falan… İyice uyuz oldum adamlara. Orada iyi olan tek şey komşumdu aslında. 60 yaşlarında Hawaii'li çakı gibi bir delikanlı olan Jay ile (kimileriniz bilirler ben her seyahatte bu modelden en az bir tane bulurum) müzik ve sinema zevklerimiz pek uyuştu, arada sohbet ediyorduk. İşin en komik yanı ihtiyar delikanlı partiden partiye koşarken benim hamağımda yatıp kitabımı okumam ve kır saçlı yaşlı adamın da ulan iki saat uykuyla duruyorum amma içmişim allah beni kahretsin diye sızlanmasıydı. Neyse, yağmurda orada mahsur kalınca tepem attı gittim sağlam bir yağmurluk,
bir şapka, şemsiye ve de bilgisayarı yağmurdan koruyacak bir dry-bag aldım. Sonra da iki sene önce kalıp pek sevdiğim eski pansiyonumda yarı fiyatına bir oda boşalmış olduğuna sevinerek yarı yağmur altında oraya taşındım. Artık banyom tuvaletim ve sürekli şahane yemekler yapan bir Thai teyzem olduğuna çok sevindim tabii. Fakat bu pansiyonda daha çok gençler kalıyor ve doğal olarak hepsi tatilde, eğlenmek istiyorlar. Yeni komşum sabah akşam bangır bangır reggae dinliyor, onun yanındaki de trance. Ya o kadar açmaya lüzum var mı çocuklar kafa bu kafa. Ben olmuşum kadayıf, tek istediğim biraz deniz biraz uyku. Şimdi ben ne diyim bu çocuklara. Daha şimdiden gençlerden tiskinmeye başlamam hayra alamet mi acaba, hepinizin topunu kesmek, kolonlarınızı patlatmak, o dreadlock'larınızdan sizi birbirinize bağlamak istiyorum, acık susun ulen! Şimdilik havadisler böyle. Şu anda benim için Phangan'ın en güzel yanı Coffee One. En azından "don't worry, yes you can, I believe
you, du ben sana bi kahve yapayim da kendine gel" diyen bir insan var burada. Hergün problem çözmekten biraz yoruldum, napayım bilemedim. Bir kahve içeyim bari…

Öpüyorum hepinizi,
Sona

Havadis-ül Phangan Postası : I

Havadis-ül Phangan Postası : I 
22 Ocak 2011

Dostlar, Romalılar!
Utanmazca toplu mektup yazan bu terbiyesiz arkadaşınızdan mail almak istemeyen varsa ya şimdi söylesin ya da sonsuza dek sussun. Cevatlarınızı bir tek bana atınız lütfen herkese topluca atmayınız. Bir de sizden ricam, bana posta adresinizi yazınız, söz vermiyorum ama inanın bir mektup, bir kart, olmadıi bir kontör göndermek istiyorum.

Yav arkadaş bir insan kendini bu kadar mı zora sokar, her şeyi bu kadar mı zor hale getirir nedir benim derdim anlamadım ki? Bangkok'a gel kamyon çarpmış gibi jetlek bi şekilde, sabah ille de o pansiyonda, şu odada kalıcam diye yer boşalana kadar sırtında çantayla manyak manyak dolaş uykusuz. 4 saat uyuyup sabah dörtte kalk tekrar uçağa bin Surat Thani, ordan feribotla ver elini Koh Phangan. Adadan ayrılmak üzere olan arkadaşı görmek için otur limanda bekle sonra da bütün ada dolmuş taşmış ve lanet full moon partisine üç gün kaldığı için bi düzgün oda bile kalmamış olsun. Dinlenmeden hemen ev aramaya başla, günde yedi saat motorla dolaş danalar gibi sora da tuvaletsiz ve ayakta duracak yeri bile pek olmayan bungalovuna dön, biraları çak yat, ertesi gün yeni baştan. Hesaplamadığın paradigmalar gelir götünü tırmalar. Ara ara ara, yok yok yok anasını satayım ama sonunda adadaki bütün evleri öğrendiğim için dedim en azından burda kalır emlakçı olurum, nedir yani. Velhasıl fullmoon parti oldu bitti, ben korkumdan kendimi odama kitledim. İnsancıkları kamyonetlere doldurup doldurup kendinden geçmeye Haad Rin plajına götürdüler, kızlar da Avrupalı ve çıplakçıplak ya sanırsın canlı domuz kamyonu. Ayıp söylemesi ama öle görünüyor ben ne yapayım. Neyse full moon nanesi bittikten sonra ortalık biraz daha sakinledi, zombiler bi iki gün daha titreyerek ortalıkta dolaştılar tabii. Bu sırada tam emlakçılar kraliçesi oluyordum ki zombilerden boşalan evler belirmeye başladı. Kafamdaki bütçeye uygun bir tane bile buldum acayip sakin bi yerde ama iş yapacağım diye hem merkeze yakın, hem düzgün mutfağı şuyu buyu adam gibi bi yer tutmaya karar verdim. Hani tatilde olsam her plajda uyurum ama iş konusu olunca böyle oldu ve babaannemi bile gönül rahatlığıyla çağırabileceğim bir ev oldu. Şubatın ortasında başlıyor yeni proje ve bi ay sürecek, o başlamadan da eve girmiş olacağım. Şimdilik bungalovumda takılmaya ve gündüzleri Cofee One'da kitabı çevirip diğer işleri yapmaya devam ediyorum. Elin internetiyle gerdeğe girilmiyor gerçi de One denen hatunun yeri nasıl sakin, kadın nasıl muhteşem kahve yapıyor, nasıl güler yüzlü. Zaten ilk geldiğimde oranın kapalı olduğunu görünce yıkılmıştım neyse ki geçiciymiş, tekrar açıldı.  Her sabah deli meyveler yoğurt ve müsliler kahvaltısından sonra oraya gidiyorum, One kedi ben takılıyoruz. Kedi kertenkeleyle oynuyor. Buranın güzide parti ve mesire yeri Ban Sabaii'de de güzel after partiler oluyor ama ben parti havasında değilim pek, öle erken yatıp erken kalkıyorum, meyveler güzel, çiçekler güzel, hava güzel, yemekler inanılmaz, motorum güzel mutluyum yani. Sabah yogası, duş sonra iş. Fakat niyeyse başta bi süre her şeyi kendime eziyet haline getirmek istemişim. Dolunay bitti ben bir rahatladım ki inanılmaz. Bu geçen dolunayın adı Wolf Moon imiş meğer, neyse geçti gitti. Ondan önce ya herhalde ben yapamıycam, işimi kaybedicem, döniyim olmadı falan diyodum. Sonra dedim saçmalama, o kadar yırtındın gelmek için nereye dönüyosun? İşte burada çoluğumun çocuğumun rızkını ev kirasına falan vericem ayda 12000 baht, boru değil.  Ama allah rızkını verir diyorum. 

İşte dolunay bitince ben sihirli bi şekilde gevşedim. Stressiz bir hayat yaşamak için bu kadar stres yapan az insan olmuştur. Biraz daha devam etsem Koh Phangan'da stresten ölen ilk insan ben olacaktım herhalde ama herkes geberene kadar eğlenirken sürüm sürüm sürünmeyi başardım, eh o da benim meziyetim, kıymetli bir dostumun  dediği gibi “herkes yapamaz”. Günde yedi saat ev ararken üstünüze afiyet azcık üşütmüşüm, şimdi bir çorba içtim ki cennetten mi geldi o çorba acaba?  Hâlâ anlayamadığım şeylerden biri de Alman ve Hollandalıların neden bu kadar bağırdığı ama evrenin çözülmemiş daha pek çok sırrı var zaten.

Çok sevgiler selamlar,
Sona


18 February 2011

Magha Puja - sessiz ay


Bugün Magha Puja, ya da Kutlu Şubat. Ay takvimine göre üçüncü ayın dolunayında Tayland, Kamboçya ve Laos'ta Budistler tarafından kutlanan bir bayram. İnanışa göre bundan 2500 yıl kadar önce, Buda'nın aydınlanmasından dokuz ay sonra tam 1,250 takipçisi Buda'nın Kuzey Hindistan'da yaşadığı Rajagaha'da önceden bir tarih ve buluşma belirlenmeksizin kendiliğinden bir araya gelmiş. Buda bir bambu ormanında dolunayın ışığında bu aydınlanmış kişilere, yani Arhanta'lara Budizmin Ovadhapatimokha adı verilen esaslarını anlatmış ve onları bizzat takdis etmiş. Bu esasların başında kötülükten kaçınmak, iyilik yapmak ve zihni temizlemek geliyor. Buda bundan yıllar sonra, ölümünden tam üç ay önce, üç ay içinde öleceğini de gene Magha ayının dolunay gecesinde takipçilerine haber vermiş.

Normalde Koh Phangan her dolunayda 20.000-30.000 kişilik bir "Fullmoon" partisine ev sahipliği yapıyor. Ama bugün Magha Puja bayramı olduğu için parti yarın yapılacak. Yani nadir sessiz ve leziz dolunaylardan biri bu. 

17 February 2011

mahallenin muhtarı: gekko

arkadaşım dengiz'in günlerce doğru anı kovaladıktan sonra yakaladığı geko sesi ve ban sabaii'den tombul parmaklı bir geko

19 January 2011

Hamak Günlükleri

Surat Thani üzerinde bulutlar...

Limanda

Kedinin gekoyla oynadığı gibi

9 Numaralı bungalow

Burada olmanın sebeplerinden biri

Ve bir diğeri

Geçici nomad ofis