Showing posts with label mektuplar. Show all posts
Showing posts with label mektuplar. Show all posts

07 March 2011

Havadis-ül Phangan Postası : III


Merhabaa! Bu maili ilk kez alanlar var, madem öyle niye önceden göndermedin eşşek demeyin, anca akıl ettim şimdi gönderiyorum. Bu Havadis-ul Phangan Postası’nın üçüncü bölümü. Eğer ilk kez alıyorsanız önce hemen aşağıdaki birinci ve ikinci bölümlerden başlayın. Arada www.sonaertekin.com’a fotoğraf da koyuyorum oraya da göz atabilirsiniz.

Hasretle öperim!
Sona

Havadis-ül Phangan Postası : III
12 Şubat 2011

Bir zamandır sesim çıkmayınca keyfimin yerinde olduğunu tahmin etmişsinizdir. Kıçın sıkışınca dır dır şikayet etmeyi biliyosun ama diyenleriniz çıkabilir. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu bu konuya açıklık kazandırmıştır aslında: “Mesut günlerin yazılacak nesi olur ki?..”
Önce de anlattığım gibi guesthouse yaşantısı gürültü faktörüyle özellikle zor geçti. Sabah kalkıp çalışıcam ulan ben, desen sabahın altısında sarhoş sarhoş bağırıp şarkı söyleyen bebeler ne anlayacak. Kaldığım bungalovda iki mikro kurbağanın yanı sıra geko denen bir arkadaş vardı. Bu geko denen açık yeşil üstüne pembe desenli kertenkele arkadaşın adını çok duymuştum, sesini de duymuştum ama kendisini görmemiştim. Kendisiyle on gün kadar ev arkadaşı olduk. Önceleri bungalovun dışından geliyordu sesi. Resmen “gekkoooo” diye bağırıyor alet, gayet de net bir şekilde. Üstelik de gayet yüksek bir sesle, öyle cik cik bıdık bıdık değil. Sesi yüksek olunca kendisinin boyu ne kadar diye de düşünmeye başladım. Sonra bir gece tam yatağın altından geldi sesi. Bir huylandım gürültü falan çıkardım, yastıkları yatağın kenarına dayadım. Ertesi gece banyodaydı. Bungalovun bir kısmı neredeyse kartondan yapılmış olduğu için banyo kapısındaki kırıktan kapının içindeki boşluk görünüyor. İşte o anda gördüm gekonun kuyruğunu. İçinde durduğu kapıyı iki gün yavaaaaşça açıp kapadım. Yani haftalar oldu geleli ay oldu resmen, çokça yusufçuk hasancık ya da da daha doğrusu chang’cık pong’cuk görüyorum ama her seferinde bir titreme geliyor yakından görünce. Üstelik onlar ufak. Ama gekonun kuyruğunu görünce ay bu büyük yahu diye iyice hoş oldu içim. Tabi hemen gogıl ettim arkadaşı, “uğurdur, börtü böceği yer”den tutun da “çok iyi huyludur ama bi ısırdı mı beş saat bırakmaz”a kadar çeşitli yorumlar vardı. Velhasıl bir gece kendisiyle karşılaştık banyo duvarında, tamamını görünce en azından bir rahatladım, o kadar korkunç değilmiş ama boyu kolumun yarısı kadar şimdi insan hemen alışamıyor öyle.
            Kaldığım yerin sahibi olan aile de bir hayli genişlemiş, son geldiğimde iki kızları ve torbacı oğullarıyla götürüyorlardı işi. Şimdi gelinler damatlar torunlar falan var ortada. Süs havuzu yapmışlar içinde balıkları bitkileriyle. Sahibi olan amca gerçekten oyuncak sever birisi. Oyuncaktan kastım motorlu aletler. Torununu da kendine benzetmiş. Bir bebeği uyutmak için kucakta motorsiklete bindirilip bahçede dört dönüldüğünü ilk kez burada gördüm. Büyük toruna akülü araba, kendine de caterpillar kepçe almış adam, anlaşılan işler de ilerlemiş. Kepçeyle kendi oynuyor, napıyor anlamadım öyle bir dolaşıyor, etrafı eşeliyor ama bir şey yaptığı yok. Torunları eğlendirmek için de kepçeye bindiriyor elbette. Her fırsatta açık garajında motorsiklettir arabadır söküyor takıyor birşeyler yapıyor ama gerçekten mutlu bir aile gibi görünüyorlar. Buradaki insanların ifadelerini anlamakta güçlük çekiyorum. Turistik bir gülümseme olayı var heryerde, nedense benim kalmayı tercih ettiğim yerler hep suratsız insanlara ait. Bir de yüz ifadeleri öyle bir hızla değişiyor ki, yahu bozuldu mu ne oldu diye endişeleniyor insan ama galiba default bir durum bu. Bu pansiyonun hemen girişindeki evde yabancı, çok kocaman obez bir adam vardı iki sene önce. Adam köpeğiyle oynamak için motora binip hindistan cevizini ayağının dibinde taşıyıp bırakıyor, köpek alıyor, adam motorla ilerliyor, köpek getirip yerine koyuyor şeklinde bir oyun oynuyorlardı. Lakin adam daha da kilo almış, ne zaman görsem evin verandasında fayans kaplı beton masa gibi biryerde yatıyor artık, önünde de laptopu. Yazık…
            Eve geçene kadar Coffee One’da çalışmaya da devam ettim. Orası da dokuzda kapanıyor. Benim bu nomad ofis olayı iş yaptığım bazı yerlerde “anaaa, how cool is that” şeklinde karşılandı gerçi ama onlar benim burada plajda geniş beyaz şapkamla mai thai’mi yudumlarken maillerime baktığımı düşünürken ben yağmur mu yağdı, elektrik mi gitti, orda jeneratör mü varmış, pizzacıda wifi gece açık mı dedin, burası kapandı oraya gideyim ordan da şuraya giderim şeklinde deli danalar gibi oradan oraya koşturup duruyor, internet kovalıyordum. Eşyaları kuru tutan çantam, dev şemsiyem ve ben şeklinde… Sonunda ev boşaldı eve geçtim ve herşey birden değişti. Ev güzel… Baya büyük ve yeni, tertemiz. Yani benim düşündüğün standartların çok üstünde aslında, eh şikayetçi değilim elbette. Sıcak su, canavar gibi internet, mutfak, klima, televizyon, salon, balkon ne ararsan var.  Gerçi klimayı kullanmıyorum. Sabah yeterince erken kalkarsam mutfak penceresinden güneşin doğuşunu görebiliyorum ve uçsuz bucaksız kokonat ağaçları ufka uzanıyor, aralarında yer yer beliren çok güzel boz renkli ve yuvarlak taş devri kayaları var. Bu kokonatlarda beni müthiş büyüleyen bir şey var, nedir bilmiyorum ama bayılıyorum. Evin önünde ve arkasında iki tane küçük göl var, geceleri bir kurbağa ve cırcır böceği korosu eşliğinde uyuyorum. Sabah horozlar “Arrrkaaadaaşlaaaaaaaaaaaaaar!” diye ısrarla bağırıyorlar. Ev yeşillikler içinde. Yola yakın olduğu için biraz yol sesi var ama onun dışında gayet sakin sessiz. Sağımda solumda iki komşum var onların da sesi soluğu çıkmıyor. Evde televizyon olmasını hiç beklemiyordum. Hani edebiyatta bir esas vardır, bir kitabın başında silah varsa muhakkak kullanılır, diye. Bir evde televizyon varsa muhakkak izlenir de diyebiliriz sanırım. Syfy diye bir kanal var, işte Star Trek, Merlin, Ghost Whisperer, Battlestar Galactica ne kadar uzaylı sihirli büyülü dizi varsa gösteriyor, onlara takılıyorum akşamları, tutamıyorum kendimi. Bir de tabii Behzat Ç. olmazsa olmaz… Yani anlayacağınız İstanbul’daki süper asosyal memur yaşantım burada da devam ediyor. Sabah 7-8 gibi kalkıp işe başlıyorum. Nedense burada daha az oyalanıp daha konsantre çalışıyorum, işim daha erken bitiyor. Bayağı da ekstra iş geldi geldiğimden beri, iki aylık kiram çıktı bile. Tom Robbins kitabının çevirisini de neredeyse yarıladım. Yağmurlar bitti bu arada, artık ne fırtına, ne elektrik kesintisi kalmadı çok şükür. Eve geçtiğimden beri dışarı neredeyse hiç çıkmaz oldum. Zaten parti ortamlarına şöyle bir ucundan uğrayınca bile çok tuhaf hissediyorum, içim bir cız ediyor. Beni onca heyecanlandırıp son birkaç senedir hayatımı dolduran bu müzik, yaşam ve insanlardan inanılmaz kopuk hissediyorum, yüreğimi burkuyor bu duygu ve fazla kalamıyorum. Ama belki de tek başıma olduğu içindir, yanımda arkadaşlarım olsa daha eğlenceli olur eminim… Ban Sabaii’de gel çal dediler, dergi çevirisi bittikten sonra belki bir partide çalabilirim, sonuçta çok güzel, sevimli ve sıcak bir yer Ban Sabaii. Mutlu İnsanların Evi demek Thai dilinde.
            Neyse bu asosyallik nereye kadar, dergi başlamadan bari birşeyler yapayım dedim ve dalış kursuna Lotus Diving denen elemanlara gittim. Sonra kolumda bir lotus dövmesi üzerinde de Thai dilinde “choice” yazdığını farkettiklerinde bir heyecan olmadı değil J Ben onu düşünerek seçmemiştim ama hoşluk oldu tabii. Havuzuydu, teorik dersiydi derken ilk dalış günü geldi çattı. Hayatımda ilk defa tüple dalıyorum acayip heyecanlandım. İlk birkaç dakika tamam dedim ben yapamayacağım bu işi, buraya kadarmış. Maltalı Karen diye bir kızdı eğitmenim ve çok tatlı bir tipti. Ne olduğunu anlamadan denizin dibinde buldum kendimi. Baya Finding Nemo şeklinde rengârenk balıklar; psychedelic partinin alası denizin altındaymış. Mor üstüne sarı çizgili, fosforlu sarı üstüne siyah puantiyeli, işte o akvaryumlara koydukları tropik balıklar ve o bitkiler yosunlar mercanlar… Daldığımız yerde bir önceki gün görülen whale shark herkesi acayip heyecanlandırmıştı ama kendisini göremedik. Daha önce kaplan peşinde ormana gittiğimde de gördün mü, gördünüz mü, şunlar dün görmüş, ay inşallah yarın görürüz muhabbeti vardı. Burada da whale shark olayı var. Bu işi yaptıran kişilerin de hadi bakalım yarın görürüz belki şeklinde takılması beni şaşırtıyor. Bu da mesleğin bir parçası mı yoksa hala her gördüklerinde heyecanlanıyorlar mı merak ediyorum. Ne kadar güzel olursa olsun kim hergün dalmak ister ki? E peki ben hergün yazı yazmaktan hoşlanıyor muyum? Aslında galiba evet. Arada dırdır etsem de seviyorum yani. İşte öyleydi böyleydi derken Open Water 1 kursunu tamamladım, sınavı geçtim brövemi aldım. Dalış ortamı da biraz geyikmiş ama naparsın… Arada haftasonu denize de gidiyorum bazen. Adanın benim olduğum tarafında deniz çok sığ, girilmiyor. Motorla öteki taraflara gidiyorum. Çok güzel tropik bir kartpostal gibi görünüyor ama bizim denizimiz gerçekten de on bin basar, burada öyle bir deniz görmedim.
            Geçen haftasonu bir de film festivali oldu, plajda kocaman perde yapmışlar, şezlong ve plastik koltuklar dizmişler oraya gittim. Auroville belgeseli vardı bir tane onu izledim. Bir de arkadaşıma rastladım. Çakmak istedim, ben adanın batı tarafındakilerdenim, bizde çakmak bulunmaz, dedi. Şimdi adanın batı tarafı yogacıların ve aydınlanmış ampul gibi pırıl pırıl insanların hâkimiyetinde. Güzel bir şey tabii herkesin kendi mahallesi var. Srit Thanu yani Aydınlıkevler yoga mahallesi, Agama yoga denen bir yoga mafyası var oraya takılıyorlar. İçki sigarayı bir kenara bırak kahve yok kahve.  Aşırı sağlıklı yaşadığım dönemlerde diyordum ki kendime e yakında su içmeyi de nefes almayı da bırakırım tam olurum o zaman. Adanın güneyinde ise parti cumhuriyeti var. O yüzden de pansiyondaki bebelere, ya arkadaş dün gece çok eğlendiniz de ben uyuyamadım gece, diyince “Burası Ban Tai” dedi bitli çocuk. İyi de yani biz de genç olduk biz de partiledik, pil denen bişey var. Tak hoparlörüne git sahilde takıl niye odaların dibinde deliriyosun??
Neyse… Ev ararken hergün 7 saat motorla deli danalar gibi dolaştığım sırada bir evin girişinde kafesteki bir kuş bana “calm dowwwwn!” dedi biliyo musunuz J?  Kuş seviyor bu insanlar, çoğu insanın bahçesinde bir iki tane ahşap kafeste kuş var. Bu konuşan papağan da değildi, sarı takkeli, siyah bir kuş adını biliyordum ama unuttum. Bir defasında da kafasında maymunla motorsiklete binen bir adam gördüm. Maymun kollarıyla adamın kafasına sarılmış, alnından tutup iyice yapışmış öylece gidiyorlardı. Sonra öğrendim ki kokonatçıymış adam. Adam duruyor maymun da çıkıp kokonatları topluyor. Kokonatların düzenli toplanması çok mühim bir iş aslında, her yıl 150 insan kafasına kokonat düştüğü için ölüyor yani, boru değil…
            İşte havadisler böyle. Baya sağlık ve huzur manyağı oldum gene ama bi sapık katil falan bulup gönlümü kaptırmadan bu huzurdan kaçmanın daha yaratıcı, başka bi yolunu icat etmeyi umuyorum bu defa. Derinden hissettiğim bir başka şey de şu, ne kadar güzel olursa olsun, paylaşmayınca tadı çıkmıyor. O yüzden hepinizi çok özlüyorum. Kucaklayıp öpüyorum!

Sona

Havadis-ül Phangan Postası : II


Havadis-ül Phangan Postası : II
25 Ocak 2011

Canım arkidişlerim,

Bana cevat yazanlara ayrıca Cevat yazıcam ama şimdilik özetler şöyle: iş güç kaygısıyla beraber seyahat hiç kolay değilmiş, büyük bir mücadeleymiş meğerse. Herşeyin bir ilki vardır, bunlar da tecrübe elbette. Ama durum benim kendine eziyet etmekte çok başarılı bir yengeç olmamla sınırlı değil sanırım. Şimdi mesela üç gündür yağmur yağıyor. Sadece tatilde olsam ay ne güzel diye bakakalmaya devam edebilirim. Ama ilk gün öyle acayip bir fırtına vardı ki, sürekli gök gürledi, gümbür gümbür ama nasil, Tropical Thunder III filmini çekseler yeriydi. Gelgelelim fırtına kopunca bir gün boyunca elektrikler gitti, internet de öyle. Aldı mı beni kare kare bir düşünce... Şimdi Şubat’ta dergi projesinin ortasında olursa böyle, ben ne ederim? Adamlar iş vaktinde yetişmezse valla kimsenin gözünün yaşına bakmazlar. Yeni bir plan geliştirmem gerekebilir ya da allaha sığınıp buradaki o eve yerleşirim Şubat'ın üçünde ve her gün yağmur yağmasın diye dua edebilirim. Ne yapayım bilemedim. Son
kaldığım pansiyonu Fransızlar işletiyordu. Adamların tembellikten kesmedikleri yaşlı bir ağaç bir bungalovun üzerine yıkıldı fırtınada ve çatı olduğu gibi paramparça oldu. O sırada içeride olan zavallı turist kız neyse ki birkaç çizik ve sıyrıkla kurtuldu. Heriflerin umurunda bile değil. Gök delinmiş gibi yağmur yağıyor, su yok, elektrik yok, yemek de yapmıyorlar. Pansiyonda kalanlar yağmurlukları giyip herkese yemek taşıyorlar falan… İyice uyuz oldum adamlara. Orada iyi olan tek şey komşumdu aslında. 60 yaşlarında Hawaii'li çakı gibi bir delikanlı olan Jay ile (kimileriniz bilirler ben her seyahatte bu modelden en az bir tane bulurum) müzik ve sinema zevklerimiz pek uyuştu, arada sohbet ediyorduk. İşin en komik yanı ihtiyar delikanlı partiden partiye koşarken benim hamağımda yatıp kitabımı okumam ve kır saçlı yaşlı adamın da ulan iki saat uykuyla duruyorum amma içmişim allah beni kahretsin diye sızlanmasıydı. Neyse, yağmurda orada mahsur kalınca tepem attı gittim sağlam bir yağmurluk,
bir şapka, şemsiye ve de bilgisayarı yağmurdan koruyacak bir dry-bag aldım. Sonra da iki sene önce kalıp pek sevdiğim eski pansiyonumda yarı fiyatına bir oda boşalmış olduğuna sevinerek yarı yağmur altında oraya taşındım. Artık banyom tuvaletim ve sürekli şahane yemekler yapan bir Thai teyzem olduğuna çok sevindim tabii. Fakat bu pansiyonda daha çok gençler kalıyor ve doğal olarak hepsi tatilde, eğlenmek istiyorlar. Yeni komşum sabah akşam bangır bangır reggae dinliyor, onun yanındaki de trance. Ya o kadar açmaya lüzum var mı çocuklar kafa bu kafa. Ben olmuşum kadayıf, tek istediğim biraz deniz biraz uyku. Şimdi ben ne diyim bu çocuklara. Daha şimdiden gençlerden tiskinmeye başlamam hayra alamet mi acaba, hepinizin topunu kesmek, kolonlarınızı patlatmak, o dreadlock'larınızdan sizi birbirinize bağlamak istiyorum, acık susun ulen! Şimdilik havadisler böyle. Şu anda benim için Phangan'ın en güzel yanı Coffee One. En azından "don't worry, yes you can, I believe
you, du ben sana bi kahve yapayim da kendine gel" diyen bir insan var burada. Hergün problem çözmekten biraz yoruldum, napayım bilemedim. Bir kahve içeyim bari…

Öpüyorum hepinizi,
Sona

Havadis-ül Phangan Postası : I

Havadis-ül Phangan Postası : I 
22 Ocak 2011

Dostlar, Romalılar!
Utanmazca toplu mektup yazan bu terbiyesiz arkadaşınızdan mail almak istemeyen varsa ya şimdi söylesin ya da sonsuza dek sussun. Cevatlarınızı bir tek bana atınız lütfen herkese topluca atmayınız. Bir de sizden ricam, bana posta adresinizi yazınız, söz vermiyorum ama inanın bir mektup, bir kart, olmadıi bir kontör göndermek istiyorum.

Yav arkadaş bir insan kendini bu kadar mı zora sokar, her şeyi bu kadar mı zor hale getirir nedir benim derdim anlamadım ki? Bangkok'a gel kamyon çarpmış gibi jetlek bi şekilde, sabah ille de o pansiyonda, şu odada kalıcam diye yer boşalana kadar sırtında çantayla manyak manyak dolaş uykusuz. 4 saat uyuyup sabah dörtte kalk tekrar uçağa bin Surat Thani, ordan feribotla ver elini Koh Phangan. Adadan ayrılmak üzere olan arkadaşı görmek için otur limanda bekle sonra da bütün ada dolmuş taşmış ve lanet full moon partisine üç gün kaldığı için bi düzgün oda bile kalmamış olsun. Dinlenmeden hemen ev aramaya başla, günde yedi saat motorla dolaş danalar gibi sora da tuvaletsiz ve ayakta duracak yeri bile pek olmayan bungalovuna dön, biraları çak yat, ertesi gün yeni baştan. Hesaplamadığın paradigmalar gelir götünü tırmalar. Ara ara ara, yok yok yok anasını satayım ama sonunda adadaki bütün evleri öğrendiğim için dedim en azından burda kalır emlakçı olurum, nedir yani. Velhasıl fullmoon parti oldu bitti, ben korkumdan kendimi odama kitledim. İnsancıkları kamyonetlere doldurup doldurup kendinden geçmeye Haad Rin plajına götürdüler, kızlar da Avrupalı ve çıplakçıplak ya sanırsın canlı domuz kamyonu. Ayıp söylemesi ama öle görünüyor ben ne yapayım. Neyse full moon nanesi bittikten sonra ortalık biraz daha sakinledi, zombiler bi iki gün daha titreyerek ortalıkta dolaştılar tabii. Bu sırada tam emlakçılar kraliçesi oluyordum ki zombilerden boşalan evler belirmeye başladı. Kafamdaki bütçeye uygun bir tane bile buldum acayip sakin bi yerde ama iş yapacağım diye hem merkeze yakın, hem düzgün mutfağı şuyu buyu adam gibi bi yer tutmaya karar verdim. Hani tatilde olsam her plajda uyurum ama iş konusu olunca böyle oldu ve babaannemi bile gönül rahatlığıyla çağırabileceğim bir ev oldu. Şubatın ortasında başlıyor yeni proje ve bi ay sürecek, o başlamadan da eve girmiş olacağım. Şimdilik bungalovumda takılmaya ve gündüzleri Cofee One'da kitabı çevirip diğer işleri yapmaya devam ediyorum. Elin internetiyle gerdeğe girilmiyor gerçi de One denen hatunun yeri nasıl sakin, kadın nasıl muhteşem kahve yapıyor, nasıl güler yüzlü. Zaten ilk geldiğimde oranın kapalı olduğunu görünce yıkılmıştım neyse ki geçiciymiş, tekrar açıldı.  Her sabah deli meyveler yoğurt ve müsliler kahvaltısından sonra oraya gidiyorum, One kedi ben takılıyoruz. Kedi kertenkeleyle oynuyor. Buranın güzide parti ve mesire yeri Ban Sabaii'de de güzel after partiler oluyor ama ben parti havasında değilim pek, öle erken yatıp erken kalkıyorum, meyveler güzel, çiçekler güzel, hava güzel, yemekler inanılmaz, motorum güzel mutluyum yani. Sabah yogası, duş sonra iş. Fakat niyeyse başta bi süre her şeyi kendime eziyet haline getirmek istemişim. Dolunay bitti ben bir rahatladım ki inanılmaz. Bu geçen dolunayın adı Wolf Moon imiş meğer, neyse geçti gitti. Ondan önce ya herhalde ben yapamıycam, işimi kaybedicem, döniyim olmadı falan diyodum. Sonra dedim saçmalama, o kadar yırtındın gelmek için nereye dönüyosun? İşte burada çoluğumun çocuğumun rızkını ev kirasına falan vericem ayda 12000 baht, boru değil.  Ama allah rızkını verir diyorum. 

İşte dolunay bitince ben sihirli bi şekilde gevşedim. Stressiz bir hayat yaşamak için bu kadar stres yapan az insan olmuştur. Biraz daha devam etsem Koh Phangan'da stresten ölen ilk insan ben olacaktım herhalde ama herkes geberene kadar eğlenirken sürüm sürüm sürünmeyi başardım, eh o da benim meziyetim, kıymetli bir dostumun  dediği gibi “herkes yapamaz”. Günde yedi saat ev ararken üstünüze afiyet azcık üşütmüşüm, şimdi bir çorba içtim ki cennetten mi geldi o çorba acaba?  Hâlâ anlayamadığım şeylerden biri de Alman ve Hollandalıların neden bu kadar bağırdığı ama evrenin çözülmemiş daha pek çok sırrı var zaten.

Çok sevgiler selamlar,
Sona


08 January 2011

Kayıp bavullar ve mektuplar


        Halaların en tatlısı, en kuzusu! Nasılsın halacığım? Umarım keyfin yerindedir. Ben İstanbul'da, evdeyim. Annem dün gece otobüse binip Marmaris'e döndü, bagajını ise yolcunun biri İzmir'de alıp inmiş :) Ama bugün eve göndereceklermiş. Adam kendi bavulunu da otobüste bırakmış inerken. Annem de o bavulu alıp farketmeden eve götürebilirdi belki ama hiç benzemiyormuş bavullar aslında. Eğer benzeseydi, adam da annem de evlerinde bavulları açıp içinde bambaşka birinin hayatını bulacaktı. Düşündüm iki insanı bir araya getiren şey nedir diye. Muhakkak bir sebebi olmalı; ve bu sebepler sonuçlanmadan hiçbir bağ tamamlanmıyor mu acaba?

         Belki bu mektup da İstanbul'dan Ankara'ya giderken yolda karışacak ve sen ellerinde başka birinin mektubunu tutacaksın. Ve bu mektup da Madagaskarlı bir kaplan terbiyecisinin elinde, terbiyeci de kaplanın midesinde olacak. Bil ki bu mektubu aslında sana hayalci bir kaplan yazdı; ve bu kaplan seni çok seviyor.

İyi ki doğdun halacığım,
Mutlu Yıllar,
Sona
Sona Ertekin ©