20 July 2013

Bir Park Masalı



BİR PARK MASALI

Bundan bambaşka zamanlarda, buralardan bambaşka bir diyarda, bambaşka bir ülke varmış. Bu bambaşka ülkede herkes ama herkes çocukmuş. Bir tek kişi hariç...

Çocuklar ülkesinin Padişahı zalim mi zalim, öfkeli mi öfkeli adamın biriymiş. Çocukların sevdiği ne varsa nefret eder, sevmedikleri ne varsa bayılır; sevdikleri her şeyi ya hemen yasaklar, ya da çocukların oyununu bozmak için elinden geleni yaparmış. Kısacası zalim Padişah oyun bozanın tekiymiş. Çocuklara hiç huzur vermezmiş.

At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer... Kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir... Sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız... Çeşit çeşit çocuk varmış ülkede. Bu karmakarışık ama rengarenk ülkenin çocukları her zaman çok iyi geçinemezlermiş. Hatta arada sırada kavga ederlermiş. Ama birbirlerini çok, hem de çok severlermiş. Şu koskoca ülkede hiç kimsenin sevmediği tek bir kul varsa o da Padişahın kendisiymiş.

Zalim Padişah kimse kendisini sevmediği için içten içe çok üzülüyormuş. Ama üzüldüğünü kimseye belli etmek istemezmiş. Belli etmemek için de ne zaman içten içe yüreği sızlasa, üzülmek yerine öfkelenmeyi tercih edermiş. Öfkelenince de sarayının balkonuna çıkıp bas bas bağırırmış. “Bunlarrr şöyle yaptılar, bunlarrr böyle yaptılar...” diye bağırmaktan sesi kısılırmış zavallının. Hatta öfkelendiği zamanlarda öyle çok bağırırmış ki kimseyi uyutmazmış ülkede. Ahali mecburen yatağından kalkar, pijamasıyla balkonda çay içip gökyüzündeki yıldızları seyreder, kara kara düşünürmüş gecede...

Yeryüzünde yaprak kımıldamasa bile bizim Padişah her gün öfkelenecek bir şey buluyormuş. Sonunda öfkeden kızarıp moraran adamcağız öfkesi yüzünden amansız bir hastalığa tutulmuş. Yemeden içmeden kesilmiş, uykuları haram olmuş. Kimselere belli etmiyormuş ama gecesi gündüzü kalmamış, bitap düşmüş, perişan olmuş. Ülkedeki doktorlar ve şifacılar günler geceler boyu uğraşmışlar ama padişahın hastalığına bir türlü çare bulamamışlar. Sonunda çaresiz kalan padişah dünyanın dört bir yanına elçilerini yollamış ve hastalığını iyi edene saraylar dolusu altın vereceğini tüm dünyaya ilan etmiş.

Derken günlerden bir gün, uzak mı uzak bir ülkeden bir hekim gelmiş. Önce bir güzel dinlenmiş, karnını doyurmuş. İyice dinlendikten sonra da padişahın huzuruna çıkıp onu muayene etmiş. Sırtını dinlemiş, orasını burasını yoklamış. Sağına soluna vurmuş, dürtüklemiş. Padişah içten içe doktora da sinir olmuş ama ne yapsın, sesini çıkarmamış.

Sonunda doktor gözlüğünü takıp derin bir nefes almış ve şöyle demiş: “Ey kudretli padişah... Hastalığınızın sebebi midenizde yeşeren küçük bir ağaçtır. Tohumun küçük olduğuna bakmayın, çok ama çok tehlikelidir. Nice krallar bu hastalığa yenik düşmüştür. Lakin biz bu hastalığın sırrını çözdük ve kendi kralımızı iyi ettik. Kendisi şimdi sapasağlam, turp gibi ve ayakta. Hatta kudreti önünde kıtalar eğiliyor. Eğer emir buyurursanız, pekala sizi de tedavi edebilirim. Gelin görün ki bu tedavinin ücreti hayli yüksektir. Sizin sarayınız gibi yüzlerce saray dolusu altın ister. Yani zamanı gelince bu altınları ülkemin kralına bizzat siz teslim edeceksiniz. Olur da ücreti vaktinde ödemezseniz topraklarınızdan olursunuz ve ülkeniz krallığımızın bir parçası haline gelir. Siz de tahtınıza güle güle dersiniz...”

Sözlerini bitiren doktor gözlüğünün üzerinden Padişahı süzmeye başlamış. Öyle kibar davranıyormuş ki küstahlığını kanıtlamaya bin şahit istermiş. Bunun üzerine bizim Padişah bir an düşünmüş: “Bizim hazinede o kadar altın var mı ki?...” Gerçi tereddüt ettiğini çaktırmak istemiyormuş. Koskoca yabancı bir krallığın doktoruna rezil olacak hali yok ya!.. “Hele bir iyileşeyim de, gerisini nasılsa hallederiz” diye geçirmiş aklından ve hekimin arzusunu kabul etmiş. “Tamamdır öyleyse...” demiş. “Yeter ki beni kurtar Hekim Efendi. Ondan sonra ne dilersen dile benden. Fermanım sonsuz, sözüm sözdür.”

Bunun üzerine doktor, Padişahın huzurundaki herkesin odadan çıkarılmasını istemiş. Yalnız kaldıklarında ise Padişaha şöyle demiş: “Midenizde yeşeren tohumdan kurtulmanın tek yolu vardır padişahım, o da yaşamın ruhudur. Yani ağaçların, ormanların, derelerin, vadilerin ruhu... Bu amansız illetten kurtulmak istiyorsanız nerede ağaç bulsanız, keseceksiniz. Nerede dere var, kurutacaksınız. Nerede vadi, orman var hepsini içindeki tüm canlılarla birlikte yok edeceksiniz... Ne selviler, ne köknarlar, ne de çamlar... Ne kaplanlar kalmalı, ne kuzular, ne de kelebekler... Ne balıklar, ne arılar, ne de çiçekler. Yaşamın ruhunu yok ettiğiniz her yere beton dökeceksiniz. Hiçbir yerde yaşamın izi bile kalmadığında ve bütün topraklarınız betonla dolduğunda siz de iyileşeceksiniz. Hatta iyileşmekle kalmayıp eskisinden de güçlü ve yenilmez olacaksınız. Kim bilir, belki tüm dünyanın en güçlü Padişahı bile olabilirsiniz. Kralların sofrasından dünyaya hükmedersiniz...”

Bu sözler bizim huysuz Padişahın pek hoşuna gitmiş. Cihana hükmetmek ne de yakışırmış kendisine. Üstüne de ekose ceketini giydi mi, değmeyin keyfine... “Pekala” demiş. “Bundan böyle tek amacım her yeri betonla doldurmak olacak Hekim Efendi. Sana ağaçların, derelerin, ormanların, yaşamın ruhunu her gün parça parça teslim edeceğim. Ülkemin topraklarını her gün karış karış betonla dolduracağım. Hatta gökyüzünü bile. Karşılığında sen de beni iyi edeceksin. Ama merak etme, mükafatın sandığından daha da büyük, hatta dünyanın tüm saraylarından daha görkemli olacak.”

Böylece bizim Padişah tüm varlığını bu çılgın projeye adamış. Hemen ertesi gün işe koyulmuş ve Bambaşka Şehrin yakınlarındaki bir dağın tepesinde yaşayan ağaçları kestirmeye başlamış. Ağaçların kesildiğini gören ahali bu işe çok üzülmüş çünkü ağaçları çok seviyorlarmış. Dağın eteklerinde toplanıp “Neden böyle yapıyorsunuz?” diye sormuşlar ama Padişahın cevabı çoktan hazırmış:

“Çünkü buraya şahane bir köprü yapacağız. Dağın zirvesindeki iki koca tepeyi birleştiren devasa ve görkemli bir köprü olacak bu. Bir gökyüzü köprüsü.”

“İyi de dağın tepesinde bir köprüye neden ihtiyacımız olsun?”

“Nedeni var mı? Artık gökyüzünde yürüyebileceksiniz.”

“Ama biz gökyüzünde yürümek istemiyoruz. Gökyüzü kuşlar için, dağlar keçiler içindir. Üstelik dağa köprü yapınca orada yaşayan çekirgeler, kuşlar, sincaplar ve maymunlar ne olacak? Rahatsız olmayacaklar mı? Hem dağın tepesine nasıl çıkacağız biz?”

“Merak etmeyin onu da düşündük” demiş Padişah böbürlenerek. “Dağın eteğine dev bir teleferik yapacağız. Böylece binlerce metre yükseklikteki dağın zirvesine on beş dakikada çıkabileceksiniz. Ayrıca şehir merkezinden teleferiğe uzanan 8 şeritli bir otoban yapacağız. Böylece trafiğe takılmadan rahatça gelebileceksiniz. Otobanın girişine de milyonlarca araçlık dev bir otopark yapıyoruz. Yani otopark sorununa da son... Otoparkın üstü elbette Alışveriş Merkezi olacak. Kocaman harflerle A-Ve-Me... Her istediğinizi gönlünüze göre alın diye. Ayrıca evlerinizden otoparklara, işyerlerinize ve alışveriş merkezlerine uzanan tüneller yapacağız. Yani artık evin kapısından çıktığınız anda kendinizi otoparkta ya da işyerinizde bulabileceksiniz. Zahmetsizce... Böyle kolay, böyle rahat, böyle zengin, böyle özgür bir ülke daha görülmemiştir. Merak etmeyin. Biz bu işi iyi biliriz. Hem de çok iyi biliriz...”

Böylece Padişahın adamları dağın tepesinden başlayarak başlamışlar tüm ağaçları kesmeye. Akıllarında, hayallerinde sadece beton ve inşaat varmış. Ama sürekli inşaat yapmak için bolca elektrik gerekiyormuş. Böylece nehirleri kurutup yerlerine elektrik santralleri kurmuşlar. Ayrıca inşaat için daha çok beton gerekiyormuş. Onlar da ne yapsınlar, vadileri yok edip yerine beton fabrikaları kurmuşlar. Ve hepsinden önemlisi inşaat için daha çok para gerekiyormuş. Onlar da ülkenin güzelim kıyılarını, kumsallarını bir bir satmışlar. Ağaçlar söküldükçe ülkedeki çocukların canı çok sıkılıyormuş bu işe. Yine de yapacak bir şeyleri yokmuş. Sabah evden çıkıp altgeçitle işe gidiyorlarmış. İşten çıkınca da alışveriş merkezine... Alışveriş merkezinde yemekten oyuncağa, bisikletten ev sinemasına, elbiseden saç tokasına ne istersen varmış. Hem de en güzelinden. Alışveriş yapıp metroyla hop diye dönüyorlarmış evlerine. Hem de iki buçuk dakikada! Evden işe, işten eve derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorlarmış bile.

Günlerden bir gün iki çocuk iş çıkışı buluşmuş, evde bilgisayar oyunu oynuyorlarmış. Dışarıda sürekli bir şeyler yıkılıp durduğu, yerine yeni ve daha büyük binalar yapıldığı için yıllardır bitmek bilmeyen inşaat gürültüsü yüzünden kapılar camlar sımsıkı kapalıymış. Zaten artık balkonda oturmak yasakmış. Yani yasak değilmiş de inşaat gürültüsü kulak zarlarına zarar vermesin diye inşaat saatlerinde izin verilmiyormuş. Ama inşaatın biri bitip diğeri başladığı için zaten pek cesaret edemiyorlarmış balkona çıkmaya. Aslında top oynamayı da çok özlemişler ama artık top oynamak da yasakmış. Daha doğrusu yasak değilmiş de inşaat alanlarının yakınında top oynamak tehlikeli olabilirmiş. Tabii artık her yer inşaat alanı olduğu için top oynayacak yer de kalmamış. İki çocuk ekranda bir sağa bir sola çarpan toptan gözlerini ayırmadan saatlerce oyun oynadıktan sonra biri diğerine bakıp şöyle demiş:

“Arkadaşım, yüzün ne kadar beyaz görünüyor senin. Eskiden böyle değildin. Biraz güneşe çıksana!”

Arkadaşı cevap vermiş,

“Asıl sen kendine bak arkadaşım. O koca göbeğinin hali ne öyle? Biraz çıkıp yürüsene!”

Bir an göz göze gelmişler ve ne zamandır sokağa çıkmadıklarını, çimene basmadıklarını, yollarda yürümediklerini, gerçek bir topla oynamadıklarını, hatta yıllardır güneşi görmediklerini fark etmişler.

“Sahi ne zamandır sokağa çıkmadık biz?”

Evden işe, işten alışveriş merkezine, alışveriş merkezinden eve derken bir bakmışlar ki yıllar geçmiş. Sonunda iki arkadaş kafa kafaya verip sokağa çıkmaya karar vermişler. Gidelim azıcık parkta yürüyelim, güneş alalım demişler. Evden işyerine, oradan da AVM’ye ve otoparka uzanan tünellerden sokağa çıkan yolu bulmaları hiç kolay olmamış doğrusu. Ama labirent gibi dehlizlerde saatlerce dolaştıktan sonra nihayet çıkışı bulmuşlar. Sokağa çıktıklarında parlayan güneş gözlerini kamaştıracak zannediyorlarmış ama güneşi görememişler ki... Her yer güneşi gölgeleyen dev binalarla, karanlık mı karanlık sisli bulutlarla kaplıymış. Sokaklarda tek bir ağaç, tek bir toprak parçası kalmamış. Her yer nereye gittiği, nereye inip çıktığı belli olmayan alt ve üst geçitlerle kaplıymış. Bir tanesini takip ettiklerinde kendilerini deniz kıyısında bulmuşlar ama deniz balçık gibi simsiyahmış artık. Sahilden gökyüzüne uzanan sıra sıra devasa oteller varmış. Kısacası AVM’den aldıkları dergilerde, evdeki televizyonun kanallarında gördükleri gibi değilmiş hiçbir şey. Dev otelin gölgesinde öylece kalakalmış bizimkiler.

Ağızları açık bir şekilde beton orman manzarasını izlerken tanıdık bir ses duymuşlar ama ne olduğunu çıkaramamışlar. Nereden geliyor bu ses derken bir de ne görsünler? Mini mini mavi bir serçe... Serçecik koca binaların arasında küçük adımlarla onlara yaklaşıyor, sonra uçarak tekrar geri kaçıyormuş ama fazla uzağa değil. Derken pıtı pıtı yine yaklaşıyormuş yanlarına, çocukları bir yere çağırıyormuş sanki... Uzun zamandır ne kuş, ne kedi, hatta hiç hayvan görmedikleri için müthiş heyecanlanan çocuklar kuşun peşine düşmüşler. Gerçi ne zamandır bu kadar fazla yürümedikleri için bacakları ağrıyormuş, çok da yorulmuşlar ama pes etmemişler ve minik kuşu takip etmişler. Sonunda kuş onları bütün ülkede henüz kesilmemiş tek ağacın bulunduğu kalan son parka götürmüş. Çocuklar kökleri yeryüzüne sarılmış kocaman ağacı gördüklerinde gözleri hem hüzün, hem de mutluluk gözyaşlarıyla dolmuş. O yeşil yaprakları ve yaprakların arasından süzülen güneşi ne kadar özlediklerini hatırlamışlar yeniden. Hem sadece ağacı değil, diğer çocukları da özlemişler...

Ağacın etrafında bir sürü çocuk varmış. At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer... Kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir.... Sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız çocuklar... Ne zamandır tüneller ve alt geçitler arasında evden işe, işten eve mekik dokudukları için diğer çocukları gördükleri de yokmuş ki zaten. Alışveriş merkezlerinde görseler bile görmezlikten geliyor, birbirlerinin yüzüne bile bakmadan geçip gidiyorlarmış yanlarından. Ama çeşit çeşit çocuklar parkta karşılaşınca çok sevinmişler. Ne güzel oldu, artık hiç ayrılmayalım deyip çadırlar kurmuşlar ağacın etrafına. Mavi kuşlar etraflarında uçuşup duruyor, tatlı tatlı ötüşüyorlarmış.... Çocuklar da hep birlikte doyasıya oyunlar oynamış, birbirlerine diğerlerinin bilmediği yeni oyunlar, şarkılar öğretmişler. Uzun zamandır böyle neşelenmediklerinin farkında bile değillermiş o güne dek.

Sarayın balkonundan bu manzarayı gören Padişah küplere binmiş. “Bunlarrr parkta oyun oynuyorlarrr! Bunlar çocuk değil, tehlikeli haydutlar. Bu oyunu bozacağız!” diye haykırmış binalarla dolu gökyüzüne. Hemen adamlarını çağırtıp parktaki çadırları sökmelerini emretmiş.

Nöbetçiler parka vardıklarında azılı haydutlar yerine ağacın etrafında oyun oynayan çocukları görünce biraz şaşırmışlar. Ama emir büyük yerdenmiş. Bir kibrite bakıyormuş çadırları ateşe vermesi. Gece olup çocukların uykuya dalmalarını beklemişler. Sonra sabaha karşı hepsi uyurken yakıvermişler çadırlardan birini. Sonra diğerini. Derken alevler bir anda etrafa yayılmış. Ateşin sıcağıyla köz, duman ve küller içinde uyanan çocuklar korkuyla fırlamışlar çadırlarından. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Çadırlardan parlayan alevler ağaçlara da sıçramış, sincaplar ağaçların tepesine fırlamış, kediler köpekler dört bir yana kaçışmış. İşte o anda parktan yüzlerce mavi küçük kuş havalanıp şehrin dört bir yanına dağılmış. Çocukların çığlıkları koca binaların arasında yankılanmış. Parktan havalanan kuşlar evlerin, işyerlerinin balkonlarına konmuş, gagalarıyla camlara vurmuşlar. Pencerelerini açan herkese anlatmışlar olan biteni. Pencereyi kapıyı kapalı tutanlarsa duymamış hiçbir şeyi. Kuşları görmemek, feryat dolu cıvıltılarını duymamak için gözlerini, kulaklarını sımsıkı kapıyormuş kimileri. Korkuyorlarmış sokaklardaki azılı haydutlardan. Onların da kendileri gibi birer çocuk olduğunu bilmiyorlarmış çünkü...

Kuşların anlattığı hikayeleri duyanlar kulaklarına inanamamışlar. Hayatımızı iş, ev ve AVM’ler arasında cansız bir rutine dönüştürdükleri, ağaçları kestikleri, ormanları sattıkları, tüm güzellikleri yok ettikleri yetmiyormuş gibi bir de çocuklarımızın çadırlarını mı yakıyorlar yani? Hem de sadece kalan son parktaki son ağaca sahip çıktıkları için??? Kimileri gözyaşlarına boğulmuş, kimileri sokaklara dökülmüş ve parkın yolunu tutmuşlar ama ne fayda... Yıllardır tıkır tıkır çalışan o alt geçitler, üst geçitler, tüneller, metroların hiçbiri çalışmıyormuş şimdi. Tüm yollar kapalıymış. Padişahın adamları sarayın balkonundan bas bas bağırıyorlarmış: “Sakın sokağa çıkmayın. Sokaklar çok ama çok tehlikeli. Her yerde arsız haydutlar, acımasız caniler var! Güvenli evlerinizden çıkmayın. Kapıları, pencereleri kapayın. Kuşlara güvenmeyin!” Ama her şeye rağmen kuşların peşine takılanlar sonunda parka ulaşmayı başarmışlar. Ve kendi gözleriyle görmüşler ki duydukları gibi değilmiş hiçbir şey. Ve park her geçen gün daha da kalabalıklaşmaya başlamış. Her yere yeni fidanlar, çiçekler, sebze ve meyveler ekiyormuş çocuklar. Artık park eskisinden de güzelmiş ve gitgide genişliyormuş, şehrin ortasında atan koca bir kalp gibi...

Ertesi sabah Padişah balkona çıkıp baktığında ne görsün? Şehrin her yanı çadırlarla kaplıymış. Beton parçalarını kazmalarla söken çocuklar şehrin dört bir yanına, yolların ortasına, binaların arasına, buldukları her yere bitkiler, çiçekler, bostanlar ekmişler. Her yerde rengarenk, mis kokulu çiçekler açıyor, zümrüt gibi yapraklar yeşeriyormuş. Parka ektikleri fidanlarsa bir gecede büyüyüp ağaç oluvermiş. Patlıcanlar, kabaklar, rokalar, fesleğenler... Çamlar, gürgenler, akasyalar, cevizler... Papatyalar, güller, şakayıklar, laleler... Ağaçlar kocaman, park dediğin koca bir ormanmış şimdi. Bu yemyeşil manzara karşısında öfkeden deliye dönen Padişah hemen adamlarını toplamış ve ağzından tükürükler saçarak bas bas bağırmaya başlamış yine. “Çadır neymiş? Size soruyorum, çadır ne??? Betondan yapılmış mis gibi güvenli, sağlam, korunaklı ve sabit evler varken göçebe çadırları da neymiş? Çapulcular! Çadırlı çapulcular!!! Bugünden itibaren bu ülkede tek bir çadır bile görmek istemiyorum. Size emrediyorum, nerede çadır görseniz sökeceksiniz. Çadırları kuranları da yakalayıp bana getireceksiniz!!”

Bağırdıkça öfkesi dinecek sananlar çok ama çok yanılmışlar. Çünkü hızını alamayan Padişah yıllardır sarayın zindanında besledikleri dev canavarı çocukların üzerine salmalarını istemiş. Fakat Padişahın adamları kulaklarına inanamamışlar.

“Aman Haşmetli Efendimiz!” demişler. “Onlar bizim çocuklarımız. Acımasız canavarı üzerlerine nasıl salarız? Bırakalım ülkede bir tanecik de park kalıversin. Çocuklar seviyorlar ağaçları.”

Padişah bir an sessiz kalmış. Bıyıklı ağzını şöyle bir buruşturmuş. Kaşlarını daha da çatmış. Sonunda öfkeyle kararan gözlerini yavaşça yerden kaldırıp adamlarına bakmış. “O park çoktan satıldı beyler. Parasını da çoktan aldık. Oraya dev bir saray dikeceğiz, anladınız mı?” demiş yakınındakilere. “Hazinenin yıllardır boş olduğunu pekala siz de biliyorsunuz. Yoksa yabancı doktorun ve kralının parasını nasıl öderiz? Gerçi o bile yetmez borcumuzu kapatmaya ama en azından bir süre daha idare edebiliriz.”

“Peki ya sonra?”

“Sonrasını sonra düşünürüz. Şimdi çekilin başımdan! Gidin sökün şu ağaçları. Sabah kalktığımda tek bir çadır görürsem yıkarım ortalığı. Beni yalnız bırakın!” diye kükremiş Padişah. Nicedir ağrımayan midesindeki ağaç tohumu tekrar canını yakmaya başlamış. Belli ki bir yerlerde bir şeyler yeşermekteymiş.

Böylece adamları Padişahın zindanında sakladığı iki başlı ejderhayı kafesinden çıkarıp çocukların üzerine salıvermiş. Parkta günlük işlerine devam eden, ortalığı temizleyip bostandaki sebze meyveleri sulayan, şarkılarla oyunlarla güne başlayan çocuklar ejderhanın sesini duyunca şaşırmışlar. Önce ne olduğunu anlayamamışlar. ama bu korkunç ses onlara pek de yabancı gelmemiş. Çünkü yıllardır süren ve ülkeyi toz duman içinde bırakan inşaat makinalarının homurtusundan çok da farklı değilmiş. Ama dev ejderhayı yakından görünce akılları çıkmış. Kimileri onu daha önce görmüş, kimileriyse acımasız canavarı anlatan korku dolu hikayelerle büyümüş. Derken ejderha sokakları dolduran kalabalıkları yararak yaklaşmış, yaklaşmış, yaklaşmış ve sonunda parkın kapısına kadar dayanmış. Koca iki başını sağa sola savurup duruyormuş. Bir ağzından simsiyah bir gaz, diğerinden su fışkırtıyormuş çocukların üstüne. Gazı soluyan çocukların gözleri yaşarıyor, nefesleri kesiliyor; asitli suyun değdiği yerleri yara bere içinde kalıyormuş. Canları yanıyormuş yanmasına ama parktan vazgeçmeye hiç niyetleri yokmuş. Böylece hepsi el ele tutuşmuşlar ve ülkede kalan son ağacın etrafında kocaman bir halka olmuşlar. Ağaç ise artık öylesine büyümüş ki parkın üzerini neredeyse tamamen kaplıyormuş. Dallarıyla çocukları kucaklayıp sarılıyor, yapraklarıyla kendini siper edip çocukları ejderhanın gazından da suyundan da koruyormuş elinden geldiğince.

Bütün bu olup bitenleri balkondan izleyen Padişah parkın üzerinden yükselen gaz bulutunu görünce “Tamamdır” demiş. “Çadırları yasakladık. Ejderhayla da bir güzel korkutup canlarını yaktık. Şimdi hepsi paşa paşa evlerine dönerler. Zaten yıllardır korunaklı ve rahat bir yaşama alıştılar. Fazla zora gelemezler...”

Padişah böyle diyormuş demesine de çocuklar korkup kaçacaklarına her gün daha da kalabalıklaşıyorlarmış. Gazı ve suyu yedikçe azalacaklarına daha da çoğalıyorlarmış. Ejderin karşısına çıkıp “sık bakalım” diye bağırıyor, bir de gülüp eğleniyorlarmış. Zalim ejderha devasa kuyruğunu savurarak çocukların arasına dalıyor, her gün birkaç tanesini koparıp alıyormuş aralarından. Kimilerinden bir daha asla haber alınamıyormuş ama bu da vazgeçiremiyormuş onları. Her gün sökülen çadırları yeniden kuruyor, kesilen fidanları ve çiçekleri her gün yeniden ekiyorlarmış. Ne olursa olsun parkta hayat her gün yeniden başlıyormuş. Önce demli bir çay, yanında annelerin elinden çıkma lezzetli bir börek, yüzlerini ısıtan bir güneş ve sıcacık gülüşler her gün baştan başlamak için yetiyor da artıyormuş bile.

Eskiden hiç mi hiç anlaşamayan, hatta kavga edip duran çocukların hepsi parkta bir aradaymış. At kuyruklu kız gazdan kaçan çilli çocuğun elinden tutmuş. Esmer oğlan susuzluktan yorgun düşen sarışın kıza su vermiş. Kısa pantolonluyla, fırfırlı etekli el ele dans etmişler. Zengin çocukla fakir çocuk birlikte şarkı söylüyormuş. Sümüklüyle arsız top oynuyor; neşeliyle huysuz resim yapıyor, dertliyle tasasız kafa kafaya vermiş sohbet ediyormuş bir köşede. Birbirlerini anlamaya çalışıyorlarmış.

Yine bütün bir gece boyunca korkunç ejderhayla kapıştıktan sonra parkta uyuyakalmış çocuklar. Gecenin sessizliği çökmüş üstlerine. Evlerinde uyuyanlarsa sabahı zor ediyorlarmış, sokaktaki, parktaki çocukların başına neler geldi diye... Derken sabaha karşı ortalık kıpırtısız ve sessizken, herkes çadırlarında ve ağaçların altında battaniyelerine sarınmış uyurken bir takım karanlık gölgeler gizlice parka girmiş. Önce uyuyan çocukların etrafında bir süre sinsice dolaşmışlar, sonra da basmışlar yaygarayı. Hatta öyle bir gürültü koparmışlar ki herkes yattığı yerden fırlayıp kalkmış ve bir de ne görsünler? Elleri sopalı, taşlı öfkeli mi öfkeli çocuklar. Gözleri alev alev yanan, kulakları işitmez olmuş çocuklar. Çocuk olduğunu unutmuş, ağaçlar olmadan nefes alamayacağını bilmeyen çocuklar. Öfkeden ne yapacaklarını bilmez halde, uykusundan korkuyla uyanan çocukların üzerine yürümüşler.

“Yeter artık!” demişler. “Bıktık artık sizin ejderhacılık oyununuzdan. Günlerdir, aylardır bize bir rahat vermediniz. İçinizde haydutlar var, onlara kanmayın. Sizin yüzünüzden işyerlerinde işler yürümüyor. Alışveriş merkezleri bomboş kaldı. Teleferik boş yere dağa çıkıp iniyor. Dağın tepesindeki köprüyü sarmaşıklar sardı, üzerinde geyikler, maymunlar, sincaplar dolaşıyor. Bitsin artık bu çile! Bitsin yoksa size yapacağımızı biliriz!”

Çadırlardan çıkan çocuklar ne diyeceklerini bilememişler. Ellerindeki taş ve sopalar olmasa bu öfkeli çocuklardan hiçbir farkları yokmuş çünkü. At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer... Kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir... Sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız çocuklar...

At kuyruklu kız, eli sopalı çocuğa sormuş.

“O elindeki nedir?”

“Sopaaaa...” diye cevap vermiş oğlan gülerek. “Belinde kırayım ister misin?”

“Çok mu seviyorsun o sopayı?” diye sormuş kız bu defa. “Sopa dediğin ağaçtan yapılır. Taş dediğin zaten topraktır. Toprağın, güneşin, ağaçların, derelerin, vadilerin, ormanların, Yeryüzünün çocuklarıyız biz. Siz de öylesiniz, aramızda yabancı yok burada hep beraberiz. Bakın güneş doğmak üzere. Gelin hep birlikte kahvaltı edelim.”

Derken bitmek bilmeyen karanlık gece nihayet sonra ermiş. Sabah güneşinin ilk ışıkları ortalığı aydınlatırken bir de bakmışlar ki parkın etrafındaki orman daha da genişlemiş. Şehrin sokakları şimdi yüksek mi yüksek, yemyeşil ağaçlarla doluymuş. Alt geçitlerin olduğu yerlerde pırıl pırıl dereler akıyormuş. Sarmaşıklarla kaplı üst geçitler yemyeşil yaprakların arasından görünmüyormuş neredeyse. Gökyüzü açık, pırıl pırıl bir güneş parlıyormuş tepelerinde.

“Hepiniz aptalsınız” demiş sopalı çocuk. Birazdan ejderha uyanıp gelecek ve hepinizi gaza, asitli sulara boğacak. Ve siz kaçmak yerine burada oyun oynamaya devam edeceksiniz. Ortalığı temizleyip saçma sapan çiçekler ekeceksiniz. Ama daha öğle olmadan bütün çadırlar sökülmüş, bütün sarmaşıklar kesilmiş olacak. Gece çöktüğündeyse şu koca ağaçtan başka hiçbir şey kalmayacak elinizde. Ve bu her gece devam edecek. Her gece çorak bir karanlık çökecek üzerinize.”

“Olsun” demiş çocuklar. “Yine ekeriz. Yine dikeriz. İşimiz ne?” Ve hep birlikte kocaman bir yeryüzü sofrası kurmuşlar kendilerine. Güne birlikte kahvaltı edip gülerek başlamışlar yine...

Bambaşka ülkenin bambaşka şehrindeki Saray günün ilk ışıklarıyla aydınlanmış. Ne zamandır güneşe alışık olmayan Padişah gözlerini kamaştıran altın ışıklarla uyanmış yatağında. Gözlerini ovuşturmuş. Sabahlığını sırtına alıp sarayın balkonuna çıkmış. Bir de ne görsün? Sarayın balkonu yemyeşil yapraklar ve rengarenk çiçeklerle kaplıymış. Kelebekler, arılar uçuşuyormuş çiçeklerin içinde. Midesine bir sızı saplanmış. Yemyeşil ve bereketli ufka bakıp içini çekmiş. Sabahın köründe Sarayının balkonunda yapayalnız, bir başınaymış....

Sona Ertekin
20 Temmuz 2013

No comments: