18 October 2016

Yaprak - Ömer Ünal Tasarım

Ömer Ünal'ın tanıtım metinlerini büyük keyifle hazırladığım yeni tasarım ürünü/malzemesi Yaprak, İstanbul Design Week'te..






06 October 2016

Time is my flowering


Time is not my enemy
Time is my friend…

Like the moon that soothes the soil in her sleep
And the sun that wakes the seed one day…

In the darkest of days
And the brightest of nights...

Time is my flowering
I am the garden…




Sona Ertekin©
6 October 2016

24 April 2016

Unicorn and time..



Ran into a unicorn on the island the other day
She was standing right there, behind my love.. 
Staring at time, but none was to be found...

Sona Ertekin


21 April 2016

17 May 2015

Nomad Ofis Datça





Mayıs 2015 - Karaköy, Datça
Ne zamandır nomad ofislemelerimi belgeleyip paylaşmamışım meğer. Melis ve Emre'nin evi huzurlu, bahçeleri bereketli, kedileri Bal Tadısı da 10 numara bir kişi. Sabah erkenden uyanıp bahçeyi sulamak büyük zevkti. Bir yanda ormanlar, bir yanda deniz, gökte yıldızlar. Bal tadısında bir nomad ofislemece oldu... Teşekkürler tatlılar! :)

11 September 2013

Tüketme Üret: Yeni likör "Anjuna Akşamları" yolda!


"Şeftülbehar" adını verdiğim ev yapımı şeftali likörüne son birkaç kadeh ile veda ederken yeni likör vakti geldi. Bu seferkinin adı "Anjuna Akşamları". Malzemesi ise ananas, mango, hindistancevizi, muz, satsuma, taze zencefil, çubuk tarçın, çubuk vanilya, yıldız anason, muskat, karabiber ve hafızamda kalan birkaç Anjuna günbatımı. Umarım en az Şeftülbehar kadar lezzetli ve uzun ömürlü olur. İlk tadım 6 hafta sonra... Mmm..

20 July 2013

Bir Park Masalı



BİR PARK MASALI

Bundan bambaşka zamanlarda, buralardan bambaşka bir diyarda, bambaşka bir ülke varmış. Bu bambaşka ülkede herkes ama herkes çocukmuş. Bir tek kişi hariç...

Çocuklar ülkesinin Padişahı zalim mi zalim, öfkeli mi öfkeli adamın biriymiş. Çocukların sevdiği ne varsa nefret eder, sevmedikleri ne varsa bayılır; sevdikleri her şeyi ya hemen yasaklar, ya da çocukların oyununu bozmak için elinden geleni yaparmış. Kısacası zalim Padişah oyun bozanın tekiymiş. Çocuklara hiç huzur vermezmiş.

At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer... Kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir... Sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız... Çeşit çeşit çocuk varmış ülkede. Bu karmakarışık ama rengarenk ülkenin çocukları her zaman çok iyi geçinemezlermiş. Hatta arada sırada kavga ederlermiş. Ama birbirlerini çok, hem de çok severlermiş. Şu koskoca ülkede hiç kimsenin sevmediği tek bir kul varsa o da Padişahın kendisiymiş.

Zalim Padişah kimse kendisini sevmediği için içten içe çok üzülüyormuş. Ama üzüldüğünü kimseye belli etmek istemezmiş. Belli etmemek için de ne zaman içten içe yüreği sızlasa, üzülmek yerine öfkelenmeyi tercih edermiş. Öfkelenince de sarayının balkonuna çıkıp bas bas bağırırmış. “Bunlarrr şöyle yaptılar, bunlarrr böyle yaptılar...” diye bağırmaktan sesi kısılırmış zavallının. Hatta öfkelendiği zamanlarda öyle çok bağırırmış ki kimseyi uyutmazmış ülkede. Ahali mecburen yatağından kalkar, pijamasıyla balkonda çay içip gökyüzündeki yıldızları seyreder, kara kara düşünürmüş gecede...

Yeryüzünde yaprak kımıldamasa bile bizim Padişah her gün öfkelenecek bir şey buluyormuş. Sonunda öfkeden kızarıp moraran adamcağız öfkesi yüzünden amansız bir hastalığa tutulmuş. Yemeden içmeden kesilmiş, uykuları haram olmuş. Kimselere belli etmiyormuş ama gecesi gündüzü kalmamış, bitap düşmüş, perişan olmuş. Ülkedeki doktorlar ve şifacılar günler geceler boyu uğraşmışlar ama padişahın hastalığına bir türlü çare bulamamışlar. Sonunda çaresiz kalan padişah dünyanın dört bir yanına elçilerini yollamış ve hastalığını iyi edene saraylar dolusu altın vereceğini tüm dünyaya ilan etmiş.

Derken günlerden bir gün, uzak mı uzak bir ülkeden bir hekim gelmiş. Önce bir güzel dinlenmiş, karnını doyurmuş. İyice dinlendikten sonra da padişahın huzuruna çıkıp onu muayene etmiş. Sırtını dinlemiş, orasını burasını yoklamış. Sağına soluna vurmuş, dürtüklemiş. Padişah içten içe doktora da sinir olmuş ama ne yapsın, sesini çıkarmamış.

Sonunda doktor gözlüğünü takıp derin bir nefes almış ve şöyle demiş: “Ey kudretli padişah... Hastalığınızın sebebi midenizde yeşeren küçük bir ağaçtır. Tohumun küçük olduğuna bakmayın, çok ama çok tehlikelidir. Nice krallar bu hastalığa yenik düşmüştür. Lakin biz bu hastalığın sırrını çözdük ve kendi kralımızı iyi ettik. Kendisi şimdi sapasağlam, turp gibi ve ayakta. Hatta kudreti önünde kıtalar eğiliyor. Eğer emir buyurursanız, pekala sizi de tedavi edebilirim. Gelin görün ki bu tedavinin ücreti hayli yüksektir. Sizin sarayınız gibi yüzlerce saray dolusu altın ister. Yani zamanı gelince bu altınları ülkemin kralına bizzat siz teslim edeceksiniz. Olur da ücreti vaktinde ödemezseniz topraklarınızdan olursunuz ve ülkeniz krallığımızın bir parçası haline gelir. Siz de tahtınıza güle güle dersiniz...”

Sözlerini bitiren doktor gözlüğünün üzerinden Padişahı süzmeye başlamış. Öyle kibar davranıyormuş ki küstahlığını kanıtlamaya bin şahit istermiş. Bunun üzerine bizim Padişah bir an düşünmüş: “Bizim hazinede o kadar altın var mı ki?...” Gerçi tereddüt ettiğini çaktırmak istemiyormuş. Koskoca yabancı bir krallığın doktoruna rezil olacak hali yok ya!.. “Hele bir iyileşeyim de, gerisini nasılsa hallederiz” diye geçirmiş aklından ve hekimin arzusunu kabul etmiş. “Tamamdır öyleyse...” demiş. “Yeter ki beni kurtar Hekim Efendi. Ondan sonra ne dilersen dile benden. Fermanım sonsuz, sözüm sözdür.”

Bunun üzerine doktor, Padişahın huzurundaki herkesin odadan çıkarılmasını istemiş. Yalnız kaldıklarında ise Padişaha şöyle demiş: “Midenizde yeşeren tohumdan kurtulmanın tek yolu vardır padişahım, o da yaşamın ruhudur. Yani ağaçların, ormanların, derelerin, vadilerin ruhu... Bu amansız illetten kurtulmak istiyorsanız nerede ağaç bulsanız, keseceksiniz. Nerede dere var, kurutacaksınız. Nerede vadi, orman var hepsini içindeki tüm canlılarla birlikte yok edeceksiniz... Ne selviler, ne köknarlar, ne de çamlar... Ne kaplanlar kalmalı, ne kuzular, ne de kelebekler... Ne balıklar, ne arılar, ne de çiçekler. Yaşamın ruhunu yok ettiğiniz her yere beton dökeceksiniz. Hiçbir yerde yaşamın izi bile kalmadığında ve bütün topraklarınız betonla dolduğunda siz de iyileşeceksiniz. Hatta iyileşmekle kalmayıp eskisinden de güçlü ve yenilmez olacaksınız. Kim bilir, belki tüm dünyanın en güçlü Padişahı bile olabilirsiniz. Kralların sofrasından dünyaya hükmedersiniz...”

Bu sözler bizim huysuz Padişahın pek hoşuna gitmiş. Cihana hükmetmek ne de yakışırmış kendisine. Üstüne de ekose ceketini giydi mi, değmeyin keyfine... “Pekala” demiş. “Bundan böyle tek amacım her yeri betonla doldurmak olacak Hekim Efendi. Sana ağaçların, derelerin, ormanların, yaşamın ruhunu her gün parça parça teslim edeceğim. Ülkemin topraklarını her gün karış karış betonla dolduracağım. Hatta gökyüzünü bile. Karşılığında sen de beni iyi edeceksin. Ama merak etme, mükafatın sandığından daha da büyük, hatta dünyanın tüm saraylarından daha görkemli olacak.”

Böylece bizim Padişah tüm varlığını bu çılgın projeye adamış. Hemen ertesi gün işe koyulmuş ve Bambaşka Şehrin yakınlarındaki bir dağın tepesinde yaşayan ağaçları kestirmeye başlamış. Ağaçların kesildiğini gören ahali bu işe çok üzülmüş çünkü ağaçları çok seviyorlarmış. Dağın eteklerinde toplanıp “Neden böyle yapıyorsunuz?” diye sormuşlar ama Padişahın cevabı çoktan hazırmış:

“Çünkü buraya şahane bir köprü yapacağız. Dağın zirvesindeki iki koca tepeyi birleştiren devasa ve görkemli bir köprü olacak bu. Bir gökyüzü köprüsü.”

“İyi de dağın tepesinde bir köprüye neden ihtiyacımız olsun?”

“Nedeni var mı? Artık gökyüzünde yürüyebileceksiniz.”

“Ama biz gökyüzünde yürümek istemiyoruz. Gökyüzü kuşlar için, dağlar keçiler içindir. Üstelik dağa köprü yapınca orada yaşayan çekirgeler, kuşlar, sincaplar ve maymunlar ne olacak? Rahatsız olmayacaklar mı? Hem dağın tepesine nasıl çıkacağız biz?”

“Merak etmeyin onu da düşündük” demiş Padişah böbürlenerek. “Dağın eteğine dev bir teleferik yapacağız. Böylece binlerce metre yükseklikteki dağın zirvesine on beş dakikada çıkabileceksiniz. Ayrıca şehir merkezinden teleferiğe uzanan 8 şeritli bir otoban yapacağız. Böylece trafiğe takılmadan rahatça gelebileceksiniz. Otobanın girişine de milyonlarca araçlık dev bir otopark yapıyoruz. Yani otopark sorununa da son... Otoparkın üstü elbette Alışveriş Merkezi olacak. Kocaman harflerle A-Ve-Me... Her istediğinizi gönlünüze göre alın diye. Ayrıca evlerinizden otoparklara, işyerlerinize ve alışveriş merkezlerine uzanan tüneller yapacağız. Yani artık evin kapısından çıktığınız anda kendinizi otoparkta ya da işyerinizde bulabileceksiniz. Zahmetsizce... Böyle kolay, böyle rahat, böyle zengin, böyle özgür bir ülke daha görülmemiştir. Merak etmeyin. Biz bu işi iyi biliriz. Hem de çok iyi biliriz...”

Böylece Padişahın adamları dağın tepesinden başlayarak başlamışlar tüm ağaçları kesmeye. Akıllarında, hayallerinde sadece beton ve inşaat varmış. Ama sürekli inşaat yapmak için bolca elektrik gerekiyormuş. Böylece nehirleri kurutup yerlerine elektrik santralleri kurmuşlar. Ayrıca inşaat için daha çok beton gerekiyormuş. Onlar da ne yapsınlar, vadileri yok edip yerine beton fabrikaları kurmuşlar. Ve hepsinden önemlisi inşaat için daha çok para gerekiyormuş. Onlar da ülkenin güzelim kıyılarını, kumsallarını bir bir satmışlar. Ağaçlar söküldükçe ülkedeki çocukların canı çok sıkılıyormuş bu işe. Yine de yapacak bir şeyleri yokmuş. Sabah evden çıkıp altgeçitle işe gidiyorlarmış. İşten çıkınca da alışveriş merkezine... Alışveriş merkezinde yemekten oyuncağa, bisikletten ev sinemasına, elbiseden saç tokasına ne istersen varmış. Hem de en güzelinden. Alışveriş yapıp metroyla hop diye dönüyorlarmış evlerine. Hem de iki buçuk dakikada! Evden işe, işten eve derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorlarmış bile.

Günlerden bir gün iki çocuk iş çıkışı buluşmuş, evde bilgisayar oyunu oynuyorlarmış. Dışarıda sürekli bir şeyler yıkılıp durduğu, yerine yeni ve daha büyük binalar yapıldığı için yıllardır bitmek bilmeyen inşaat gürültüsü yüzünden kapılar camlar sımsıkı kapalıymış. Zaten artık balkonda oturmak yasakmış. Yani yasak değilmiş de inşaat gürültüsü kulak zarlarına zarar vermesin diye inşaat saatlerinde izin verilmiyormuş. Ama inşaatın biri bitip diğeri başladığı için zaten pek cesaret edemiyorlarmış balkona çıkmaya. Aslında top oynamayı da çok özlemişler ama artık top oynamak da yasakmış. Daha doğrusu yasak değilmiş de inşaat alanlarının yakınında top oynamak tehlikeli olabilirmiş. Tabii artık her yer inşaat alanı olduğu için top oynayacak yer de kalmamış. İki çocuk ekranda bir sağa bir sola çarpan toptan gözlerini ayırmadan saatlerce oyun oynadıktan sonra biri diğerine bakıp şöyle demiş:

“Arkadaşım, yüzün ne kadar beyaz görünüyor senin. Eskiden böyle değildin. Biraz güneşe çıksana!”

Arkadaşı cevap vermiş,

“Asıl sen kendine bak arkadaşım. O koca göbeğinin hali ne öyle? Biraz çıkıp yürüsene!”

Bir an göz göze gelmişler ve ne zamandır sokağa çıkmadıklarını, çimene basmadıklarını, yollarda yürümediklerini, gerçek bir topla oynamadıklarını, hatta yıllardır güneşi görmediklerini fark etmişler.

“Sahi ne zamandır sokağa çıkmadık biz?”

Evden işe, işten alışveriş merkezine, alışveriş merkezinden eve derken bir bakmışlar ki yıllar geçmiş. Sonunda iki arkadaş kafa kafaya verip sokağa çıkmaya karar vermişler. Gidelim azıcık parkta yürüyelim, güneş alalım demişler. Evden işyerine, oradan da AVM’ye ve otoparka uzanan tünellerden sokağa çıkan yolu bulmaları hiç kolay olmamış doğrusu. Ama labirent gibi dehlizlerde saatlerce dolaştıktan sonra nihayet çıkışı bulmuşlar. Sokağa çıktıklarında parlayan güneş gözlerini kamaştıracak zannediyorlarmış ama güneşi görememişler ki... Her yer güneşi gölgeleyen dev binalarla, karanlık mı karanlık sisli bulutlarla kaplıymış. Sokaklarda tek bir ağaç, tek bir toprak parçası kalmamış. Her yer nereye gittiği, nereye inip çıktığı belli olmayan alt ve üst geçitlerle kaplıymış. Bir tanesini takip ettiklerinde kendilerini deniz kıyısında bulmuşlar ama deniz balçık gibi simsiyahmış artık. Sahilden gökyüzüne uzanan sıra sıra devasa oteller varmış. Kısacası AVM’den aldıkları dergilerde, evdeki televizyonun kanallarında gördükleri gibi değilmiş hiçbir şey. Dev otelin gölgesinde öylece kalakalmış bizimkiler.

Ağızları açık bir şekilde beton orman manzarasını izlerken tanıdık bir ses duymuşlar ama ne olduğunu çıkaramamışlar. Nereden geliyor bu ses derken bir de ne görsünler? Mini mini mavi bir serçe... Serçecik koca binaların arasında küçük adımlarla onlara yaklaşıyor, sonra uçarak tekrar geri kaçıyormuş ama fazla uzağa değil. Derken pıtı pıtı yine yaklaşıyormuş yanlarına, çocukları bir yere çağırıyormuş sanki... Uzun zamandır ne kuş, ne kedi, hatta hiç hayvan görmedikleri için müthiş heyecanlanan çocuklar kuşun peşine düşmüşler. Gerçi ne zamandır bu kadar fazla yürümedikleri için bacakları ağrıyormuş, çok da yorulmuşlar ama pes etmemişler ve minik kuşu takip etmişler. Sonunda kuş onları bütün ülkede henüz kesilmemiş tek ağacın bulunduğu kalan son parka götürmüş. Çocuklar kökleri yeryüzüne sarılmış kocaman ağacı gördüklerinde gözleri hem hüzün, hem de mutluluk gözyaşlarıyla dolmuş. O yeşil yaprakları ve yaprakların arasından süzülen güneşi ne kadar özlediklerini hatırlamışlar yeniden. Hem sadece ağacı değil, diğer çocukları da özlemişler...

Ağacın etrafında bir sürü çocuk varmış. At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer... Kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir.... Sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız çocuklar... Ne zamandır tüneller ve alt geçitler arasında evden işe, işten eve mekik dokudukları için diğer çocukları gördükleri de yokmuş ki zaten. Alışveriş merkezlerinde görseler bile görmezlikten geliyor, birbirlerinin yüzüne bile bakmadan geçip gidiyorlarmış yanlarından. Ama çeşit çeşit çocuklar parkta karşılaşınca çok sevinmişler. Ne güzel oldu, artık hiç ayrılmayalım deyip çadırlar kurmuşlar ağacın etrafına. Mavi kuşlar etraflarında uçuşup duruyor, tatlı tatlı ötüşüyorlarmış.... Çocuklar da hep birlikte doyasıya oyunlar oynamış, birbirlerine diğerlerinin bilmediği yeni oyunlar, şarkılar öğretmişler. Uzun zamandır böyle neşelenmediklerinin farkında bile değillermiş o güne dek.

Sarayın balkonundan bu manzarayı gören Padişah küplere binmiş. “Bunlarrr parkta oyun oynuyorlarrr! Bunlar çocuk değil, tehlikeli haydutlar. Bu oyunu bozacağız!” diye haykırmış binalarla dolu gökyüzüne. Hemen adamlarını çağırtıp parktaki çadırları sökmelerini emretmiş.

Nöbetçiler parka vardıklarında azılı haydutlar yerine ağacın etrafında oyun oynayan çocukları görünce biraz şaşırmışlar. Ama emir büyük yerdenmiş. Bir kibrite bakıyormuş çadırları ateşe vermesi. Gece olup çocukların uykuya dalmalarını beklemişler. Sonra sabaha karşı hepsi uyurken yakıvermişler çadırlardan birini. Sonra diğerini. Derken alevler bir anda etrafa yayılmış. Ateşin sıcağıyla köz, duman ve küller içinde uyanan çocuklar korkuyla fırlamışlar çadırlarından. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Çadırlardan parlayan alevler ağaçlara da sıçramış, sincaplar ağaçların tepesine fırlamış, kediler köpekler dört bir yana kaçışmış. İşte o anda parktan yüzlerce mavi küçük kuş havalanıp şehrin dört bir yanına dağılmış. Çocukların çığlıkları koca binaların arasında yankılanmış. Parktan havalanan kuşlar evlerin, işyerlerinin balkonlarına konmuş, gagalarıyla camlara vurmuşlar. Pencerelerini açan herkese anlatmışlar olan biteni. Pencereyi kapıyı kapalı tutanlarsa duymamış hiçbir şeyi. Kuşları görmemek, feryat dolu cıvıltılarını duymamak için gözlerini, kulaklarını sımsıkı kapıyormuş kimileri. Korkuyorlarmış sokaklardaki azılı haydutlardan. Onların da kendileri gibi birer çocuk olduğunu bilmiyorlarmış çünkü...

Kuşların anlattığı hikayeleri duyanlar kulaklarına inanamamışlar. Hayatımızı iş, ev ve AVM’ler arasında cansız bir rutine dönüştürdükleri, ağaçları kestikleri, ormanları sattıkları, tüm güzellikleri yok ettikleri yetmiyormuş gibi bir de çocuklarımızın çadırlarını mı yakıyorlar yani? Hem de sadece kalan son parktaki son ağaca sahip çıktıkları için??? Kimileri gözyaşlarına boğulmuş, kimileri sokaklara dökülmüş ve parkın yolunu tutmuşlar ama ne fayda... Yıllardır tıkır tıkır çalışan o alt geçitler, üst geçitler, tüneller, metroların hiçbiri çalışmıyormuş şimdi. Tüm yollar kapalıymış. Padişahın adamları sarayın balkonundan bas bas bağırıyorlarmış: “Sakın sokağa çıkmayın. Sokaklar çok ama çok tehlikeli. Her yerde arsız haydutlar, acımasız caniler var! Güvenli evlerinizden çıkmayın. Kapıları, pencereleri kapayın. Kuşlara güvenmeyin!” Ama her şeye rağmen kuşların peşine takılanlar sonunda parka ulaşmayı başarmışlar. Ve kendi gözleriyle görmüşler ki duydukları gibi değilmiş hiçbir şey. Ve park her geçen gün daha da kalabalıklaşmaya başlamış. Her yere yeni fidanlar, çiçekler, sebze ve meyveler ekiyormuş çocuklar. Artık park eskisinden de güzelmiş ve gitgide genişliyormuş, şehrin ortasında atan koca bir kalp gibi...

Ertesi sabah Padişah balkona çıkıp baktığında ne görsün? Şehrin her yanı çadırlarla kaplıymış. Beton parçalarını kazmalarla söken çocuklar şehrin dört bir yanına, yolların ortasına, binaların arasına, buldukları her yere bitkiler, çiçekler, bostanlar ekmişler. Her yerde rengarenk, mis kokulu çiçekler açıyor, zümrüt gibi yapraklar yeşeriyormuş. Parka ektikleri fidanlarsa bir gecede büyüyüp ağaç oluvermiş. Patlıcanlar, kabaklar, rokalar, fesleğenler... Çamlar, gürgenler, akasyalar, cevizler... Papatyalar, güller, şakayıklar, laleler... Ağaçlar kocaman, park dediğin koca bir ormanmış şimdi. Bu yemyeşil manzara karşısında öfkeden deliye dönen Padişah hemen adamlarını toplamış ve ağzından tükürükler saçarak bas bas bağırmaya başlamış yine. “Çadır neymiş? Size soruyorum, çadır ne??? Betondan yapılmış mis gibi güvenli, sağlam, korunaklı ve sabit evler varken göçebe çadırları da neymiş? Çapulcular! Çadırlı çapulcular!!! Bugünden itibaren bu ülkede tek bir çadır bile görmek istemiyorum. Size emrediyorum, nerede çadır görseniz sökeceksiniz. Çadırları kuranları da yakalayıp bana getireceksiniz!!”

Bağırdıkça öfkesi dinecek sananlar çok ama çok yanılmışlar. Çünkü hızını alamayan Padişah yıllardır sarayın zindanında besledikleri dev canavarı çocukların üzerine salmalarını istemiş. Fakat Padişahın adamları kulaklarına inanamamışlar.

“Aman Haşmetli Efendimiz!” demişler. “Onlar bizim çocuklarımız. Acımasız canavarı üzerlerine nasıl salarız? Bırakalım ülkede bir tanecik de park kalıversin. Çocuklar seviyorlar ağaçları.”

Padişah bir an sessiz kalmış. Bıyıklı ağzını şöyle bir buruşturmuş. Kaşlarını daha da çatmış. Sonunda öfkeyle kararan gözlerini yavaşça yerden kaldırıp adamlarına bakmış. “O park çoktan satıldı beyler. Parasını da çoktan aldık. Oraya dev bir saray dikeceğiz, anladınız mı?” demiş yakınındakilere. “Hazinenin yıllardır boş olduğunu pekala siz de biliyorsunuz. Yoksa yabancı doktorun ve kralının parasını nasıl öderiz? Gerçi o bile yetmez borcumuzu kapatmaya ama en azından bir süre daha idare edebiliriz.”

“Peki ya sonra?”

“Sonrasını sonra düşünürüz. Şimdi çekilin başımdan! Gidin sökün şu ağaçları. Sabah kalktığımda tek bir çadır görürsem yıkarım ortalığı. Beni yalnız bırakın!” diye kükremiş Padişah. Nicedir ağrımayan midesindeki ağaç tohumu tekrar canını yakmaya başlamış. Belli ki bir yerlerde bir şeyler yeşermekteymiş.

Böylece adamları Padişahın zindanında sakladığı iki başlı ejderhayı kafesinden çıkarıp çocukların üzerine salıvermiş. Parkta günlük işlerine devam eden, ortalığı temizleyip bostandaki sebze meyveleri sulayan, şarkılarla oyunlarla güne başlayan çocuklar ejderhanın sesini duyunca şaşırmışlar. Önce ne olduğunu anlayamamışlar. ama bu korkunç ses onlara pek de yabancı gelmemiş. Çünkü yıllardır süren ve ülkeyi toz duman içinde bırakan inşaat makinalarının homurtusundan çok da farklı değilmiş. Ama dev ejderhayı yakından görünce akılları çıkmış. Kimileri onu daha önce görmüş, kimileriyse acımasız canavarı anlatan korku dolu hikayelerle büyümüş. Derken ejderha sokakları dolduran kalabalıkları yararak yaklaşmış, yaklaşmış, yaklaşmış ve sonunda parkın kapısına kadar dayanmış. Koca iki başını sağa sola savurup duruyormuş. Bir ağzından simsiyah bir gaz, diğerinden su fışkırtıyormuş çocukların üstüne. Gazı soluyan çocukların gözleri yaşarıyor, nefesleri kesiliyor; asitli suyun değdiği yerleri yara bere içinde kalıyormuş. Canları yanıyormuş yanmasına ama parktan vazgeçmeye hiç niyetleri yokmuş. Böylece hepsi el ele tutuşmuşlar ve ülkede kalan son ağacın etrafında kocaman bir halka olmuşlar. Ağaç ise artık öylesine büyümüş ki parkın üzerini neredeyse tamamen kaplıyormuş. Dallarıyla çocukları kucaklayıp sarılıyor, yapraklarıyla kendini siper edip çocukları ejderhanın gazından da suyundan da koruyormuş elinden geldiğince.

Bütün bu olup bitenleri balkondan izleyen Padişah parkın üzerinden yükselen gaz bulutunu görünce “Tamamdır” demiş. “Çadırları yasakladık. Ejderhayla da bir güzel korkutup canlarını yaktık. Şimdi hepsi paşa paşa evlerine dönerler. Zaten yıllardır korunaklı ve rahat bir yaşama alıştılar. Fazla zora gelemezler...”

Padişah böyle diyormuş demesine de çocuklar korkup kaçacaklarına her gün daha da kalabalıklaşıyorlarmış. Gazı ve suyu yedikçe azalacaklarına daha da çoğalıyorlarmış. Ejderin karşısına çıkıp “sık bakalım” diye bağırıyor, bir de gülüp eğleniyorlarmış. Zalim ejderha devasa kuyruğunu savurarak çocukların arasına dalıyor, her gün birkaç tanesini koparıp alıyormuş aralarından. Kimilerinden bir daha asla haber alınamıyormuş ama bu da vazgeçiremiyormuş onları. Her gün sökülen çadırları yeniden kuruyor, kesilen fidanları ve çiçekleri her gün yeniden ekiyorlarmış. Ne olursa olsun parkta hayat her gün yeniden başlıyormuş. Önce demli bir çay, yanında annelerin elinden çıkma lezzetli bir börek, yüzlerini ısıtan bir güneş ve sıcacık gülüşler her gün baştan başlamak için yetiyor da artıyormuş bile.

Eskiden hiç mi hiç anlaşamayan, hatta kavga edip duran çocukların hepsi parkta bir aradaymış. At kuyruklu kız gazdan kaçan çilli çocuğun elinden tutmuş. Esmer oğlan susuzluktan yorgun düşen sarışın kıza su vermiş. Kısa pantolonluyla, fırfırlı etekli el ele dans etmişler. Zengin çocukla fakir çocuk birlikte şarkı söylüyormuş. Sümüklüyle arsız top oynuyor; neşeliyle huysuz resim yapıyor, dertliyle tasasız kafa kafaya vermiş sohbet ediyormuş bir köşede. Birbirlerini anlamaya çalışıyorlarmış.

Yine bütün bir gece boyunca korkunç ejderhayla kapıştıktan sonra parkta uyuyakalmış çocuklar. Gecenin sessizliği çökmüş üstlerine. Evlerinde uyuyanlarsa sabahı zor ediyorlarmış, sokaktaki, parktaki çocukların başına neler geldi diye... Derken sabaha karşı ortalık kıpırtısız ve sessizken, herkes çadırlarında ve ağaçların altında battaniyelerine sarınmış uyurken bir takım karanlık gölgeler gizlice parka girmiş. Önce uyuyan çocukların etrafında bir süre sinsice dolaşmışlar, sonra da basmışlar yaygarayı. Hatta öyle bir gürültü koparmışlar ki herkes yattığı yerden fırlayıp kalkmış ve bir de ne görsünler? Elleri sopalı, taşlı öfkeli mi öfkeli çocuklar. Gözleri alev alev yanan, kulakları işitmez olmuş çocuklar. Çocuk olduğunu unutmuş, ağaçlar olmadan nefes alamayacağını bilmeyen çocuklar. Öfkeden ne yapacaklarını bilmez halde, uykusundan korkuyla uyanan çocukların üzerine yürümüşler.

“Yeter artık!” demişler. “Bıktık artık sizin ejderhacılık oyununuzdan. Günlerdir, aylardır bize bir rahat vermediniz. İçinizde haydutlar var, onlara kanmayın. Sizin yüzünüzden işyerlerinde işler yürümüyor. Alışveriş merkezleri bomboş kaldı. Teleferik boş yere dağa çıkıp iniyor. Dağın tepesindeki köprüyü sarmaşıklar sardı, üzerinde geyikler, maymunlar, sincaplar dolaşıyor. Bitsin artık bu çile! Bitsin yoksa size yapacağımızı biliriz!”

Çadırlardan çıkan çocuklar ne diyeceklerini bilememişler. Ellerindeki taş ve sopalar olmasa bu öfkeli çocuklardan hiçbir farkları yokmuş çünkü. At kuyruklu, çilli suratlı, sarışın, esmer... Kısa pantolonlu, fırfırlı etekli, zengin, fakir... Sümüklü, arsız, neşeli, huysuz, dertli ve tasasız çocuklar...

At kuyruklu kız, eli sopalı çocuğa sormuş.

“O elindeki nedir?”

“Sopaaaa...” diye cevap vermiş oğlan gülerek. “Belinde kırayım ister misin?”

“Çok mu seviyorsun o sopayı?” diye sormuş kız bu defa. “Sopa dediğin ağaçtan yapılır. Taş dediğin zaten topraktır. Toprağın, güneşin, ağaçların, derelerin, vadilerin, ormanların, Yeryüzünün çocuklarıyız biz. Siz de öylesiniz, aramızda yabancı yok burada hep beraberiz. Bakın güneş doğmak üzere. Gelin hep birlikte kahvaltı edelim.”

Derken bitmek bilmeyen karanlık gece nihayet sonra ermiş. Sabah güneşinin ilk ışıkları ortalığı aydınlatırken bir de bakmışlar ki parkın etrafındaki orman daha da genişlemiş. Şehrin sokakları şimdi yüksek mi yüksek, yemyeşil ağaçlarla doluymuş. Alt geçitlerin olduğu yerlerde pırıl pırıl dereler akıyormuş. Sarmaşıklarla kaplı üst geçitler yemyeşil yaprakların arasından görünmüyormuş neredeyse. Gökyüzü açık, pırıl pırıl bir güneş parlıyormuş tepelerinde.

“Hepiniz aptalsınız” demiş sopalı çocuk. Birazdan ejderha uyanıp gelecek ve hepinizi gaza, asitli sulara boğacak. Ve siz kaçmak yerine burada oyun oynamaya devam edeceksiniz. Ortalığı temizleyip saçma sapan çiçekler ekeceksiniz. Ama daha öğle olmadan bütün çadırlar sökülmüş, bütün sarmaşıklar kesilmiş olacak. Gece çöktüğündeyse şu koca ağaçtan başka hiçbir şey kalmayacak elinizde. Ve bu her gece devam edecek. Her gece çorak bir karanlık çökecek üzerinize.”

“Olsun” demiş çocuklar. “Yine ekeriz. Yine dikeriz. İşimiz ne?” Ve hep birlikte kocaman bir yeryüzü sofrası kurmuşlar kendilerine. Güne birlikte kahvaltı edip gülerek başlamışlar yine...

Bambaşka ülkenin bambaşka şehrindeki Saray günün ilk ışıklarıyla aydınlanmış. Ne zamandır güneşe alışık olmayan Padişah gözlerini kamaştıran altın ışıklarla uyanmış yatağında. Gözlerini ovuşturmuş. Sabahlığını sırtına alıp sarayın balkonuna çıkmış. Bir de ne görsün? Sarayın balkonu yemyeşil yapraklar ve rengarenk çiçeklerle kaplıymış. Kelebekler, arılar uçuşuyormuş çiçeklerin içinde. Midesine bir sızı saplanmış. Yemyeşil ve bereketli ufka bakıp içini çekmiş. Sabahın köründe Sarayının balkonunda yapayalnız, bir başınaymış....

Sona Ertekin
20 Temmuz 2013

Tüketme Üret: Ev yapımı şokellanın dönüşü - II


Geçen sefer yaptığım vegan ve sağlıklı ev şokellası, içindeki yaban mersininden dolayı buzdolabında sert ve parlak bir kıvam aldı, ben de kendisini muzla karıştırıp dondurmaya çevirdim. Ta daaa!

Lakin ev yapımı şokella peşimi bıraktı mı dersiniz? Hayır! Daha da güçlü bir şekilde, hatta bomba ve rap şeklinde geri geldi...

Malzemeler:

200 gr fındık
100 gr ceviz
80 gr maksimum bitter çikolata
+ himalaya tuzu

Sonuçta tek bir püf noktası var: Azıcık sabır. Fındık ve cevizi blender ya da mutfak robotundan geçirin. Önce ufalanacak ama makinenin ısınmaması için arada durdurarak işlemeye devam edin. Bir süre sonra fındık ve cevizin yağını bıraktığını göreceksiniz. Üzerine parçalanmış çikolata ve tuzu ekleyip istediğiniz kıvama gelene kadar devam edin. Ben tuzlu tatlı karışımlarını çok sevdiğim için tuzu bol koydum ama bir-iki fiske yeterlidir. İsterseniz kremamsı ya da azıcık daha grenli ve chunky bir kıvam yakaladığınızda karıştırmayı bırakabilirsiniz.

Yalnız uyarıyorum, bakkaldan marketten alabileceğiniz herhangi bir şokelladan çok daha lezzetli ve tehlikelidir.

Terbiyesiz öneri: Bir iki shot viski ekleyin ;)

15 July 2013

Tüketme üret: ilk parfümüm


İlk parfüm denemem: Sihir ya da Gezi no. 01
oldukça tatlı, ağaçsı ve baharatlı bir koku oldu. Ne yazık ki şimdilik fazla kalıcı değil..

Alt notalar:  
Frankincense, sandal
Orta notalar: 
Serenity (Lavanta, mercanköşk, papatya, ylang ylang, sandal, vanilya)
Üst notalar: 
Itır, Elevation (Lavandin, mandalina, elemi, limon mersini, melissa, ylang ylang, osmanthus, sandal)
Katı aromatikler: 
Amber, karabiber, beyaz biber, çubuk vanilya
(Katı maddeler ezilip eser miktarda alkolde bekletildi)
Baz: 
Jojoba ve alkol
Ekstra:
Kalıcılığı arttırmak için gliserin


*Parfüm yapımına dair kullandığım başlıca kaynaklar:
http://chemistry.about.com/od/chemistryhowtoguide/a/makeperfume.htm
http://www.abundantlifeessentials.com/news/perfume.htm

28 June 2013

Tüketme Üret! Kolay buzlu çay


tüketme üret!

sabahları demlediğiniz çayın fazlasını kolayca buzlu çaya çevirebilirsiniz.

malzemeler:
çay
meyve (şeftali, vişne, elma vs. dilediğin meyvalardan kesip bir sürahiye ekle)
limon (2-3 dilim yeterli)
nane/tarçın/zencefil (zevkinize göre, toz değil parça)
buz (bolca buz koyarsanız hem çay acılaşmaz hem de aromayı kilitlemiş olursunuz)

sıcak çayı buz ve meyve vs. malzemelerle dolu sürahiye boca edip dolaba atın. soğuduktan sonra bir termosa bakar, her yerde yanınızda. hem sağlıklı, hem lezzetli.

arzu eden bal şeker eklesin, istemeyen gitsin gölgede yatsın..
;)


22 June 2013

Day 26: Where there is love, there is a way..

art by
www.hakanhisim.net

Hello Planet!

Another very very late update. I hope I can pull this off... Time is a rollercoaster these days and it's hard to keep track and remember evertything. First of all let's rewind a little bit and see what was going on a week earlier:

15 June Saturday
The festive atmosphere was still going on in Istanbul Gezi Park. The orchard, the library, the veterinary tent, the infirmaries, the kitchens, the kids club. Imagine a free psytrance party in the middle of the city, minus the beat ;) I thought I should visit the park just for fun for once, without gas so I bought two kilos of chocolate and headed to the park. I had my gas gear with me of course but I dressed nicely and even had make-up :) So there I was, serving chocolate to everyone. The mothers were there of course and they were yelling: "Don't be afraid darlings, your mom is here!" I saw with my own eyes, the park was full of "resistance tourists", people who don't have much clue, who were just visiting the park with good intentions. But not equipped for gas or ready to face police violence. And so many children...

So I was walking around the park with a visiting friend when I heard somebody shouting madly and running around "take the children out!". It's pretty regular that there are people spreading panic at the park but I could feel this was serious. The energy around the park was shifting rapidly and we couldn't imagine the police attacking these innocent visitors and children, but obviously they were coming... My friend didn't have a mask or anything and it was her first day in the midst of things so we slowly walked away from the park and I saw many gas freaks putting on their masks and running towards the party. Damn, for the first time I was there for a picnic and not really in the mood for gas. I mean I love it but.. You know... You need a few days off now and then.

I talked to a friend who was in the square and he said: "They're putting on their masks. The music is about to begin..." And it did, and it was nightmare. The police attacked with gas, acid-water cannons that burn your skin and rubber bullets. They attacked children, pregnant mothers. They arrested doctors who were trying to help people. They directly gassed hospitals, and infirmaries. They attacked hotels that sheltered people and used as infirmaries. They forced the hotels to give in the injured people and the doctors... The police pretended as wounded and they attacked people who came to help...

Me and my friend took shelter in an office in Harbiye and we didn't have a chance to go out all night. The mainstreet and the side streets were filling with people and then riot control vehicles and gas and then groups of police, arresting people with gas masks... We took 20-30 person groups of people every hour to help them rest and attend to the unconscious and wounded. Serving tea, water and talcid mixes... Helping them with essential oils, special herbal tea for gas, natural balms, massage and reiki.  Whatever we had :) And calming, soft music of course, because you become so sensitive to sound in the midst of continous bombing. There was a mother who had come to look for his son in the park and then she fainted. His son was with her when they came along with a doctor who didn't wear his white shirt anymore not to be arrested by the police. He said she didn't have any serious injury but she was constantly asking "where is my son?" and her son was actually holding her hand as we tried to remind her over and over again..  And she was also troubled because she thought she was "being an inconvenience to us kids"... We had to ask people to leave when they felt better because there was no end to it and more people kept coming regularly. The office was filled with gas instead of the shut windows and the fan working facing the entrance and we had to wear our masks in the office. This was also the night that the zombies were unleashed. Religious extremists with stones, clubs and butcher's knives in the streets.

Finally around 04:00 in the morning we decided to go to my friends house and we went out. So the two of us left the office and started walking the backstreets. We had left our masks at the office in order not to be arrested but the gas was everywhere. Even in the remotest backstreets there were barricades, fire, broken down remains, and people with masks, resisters, zombies (people with rocks and sticks), policemen, undercover cops. You cannot tell who is who and the streets were uncanny, full of fear... Me and my friend walked through the zombie apocalypse, hand in hand (very sweaty hands), one of us the daughter of a revolutionary and the other, the son of a policeman...

I just want to add here that the people who have been in the streets since day one are not experienced resisters or people who have nothing else but revolt. We are teachers, lawyers, pharmacists, students, housewives, grocers, bankers, artists, blind people (who were marching in the streets), disabled people (standing on their knees in protest), everyone. WE ARE ORDINARY PEOPLE! And all we want is a free country where we can live without oppression and fear! A green and beautiful country where history, nature and art is not destroyed. A country where rapists are not protected by law! We want a police who protects us instead of illegally aiming their gas weapons in our faces to kill... We are also in the streets for the rights of the police who is 'dehumanized' and forced to violence...

But the government and its 'pet' media tells that we are terrorists.

16 June Sunday
In the end we called everyone and told everybody to go home. That this is not a defeat but we are pacifists and we can't fight these mindless zombies with rocks and knives. Of course they took the park and started a witchhunt, arresting people at their homes. 400 arrested from the streets. So many people missing. Thousands and thousands of people injured, lost eyes & limbs. But this is just a beginning. And still people in the streets. Awful provocation and lies of the dictator still reign the media. It's strange to watch them lie about news you saw with your own eyes,  that you were a part of... It hurts..

Today
Not the tone but the means of resistance has changed in Istanbul and it's echoing in the other cities where the gas festival continues. We cannot fight the zombies of hatred and ignorance with peaceful messages. Many close their ears to our call of dialogue and understanding. Everyday new forms of passive resistance is spreading in the streets. Standing-man, free hugs, bicycles going round in circles in the squares, pots and pans orchestra from the houses every night... Another amazing outcome of this public awakening is the Park Forums. Every night hundreds and thousands of people are gathering in neighborhood parks and holding public forums. The rawest form of direct democracy. No solid organisation and people take turns to speak for 2 minutes for hours on end. Some are impatient and they want to make decisions, take immediate action. But one speaker says "We have been silent for years, let us talk and we'll make decisions next week." Another announces that he lost his "wild duck" in the park. People freak out when the water sprinklers work; they think the riot control vehicle is here and then they chill and laugh about it. One reminds everybody "Let's all be students in this process, not teachers. Let's all listen and learn.""They say the police scattered the Park and it's true. We are EVERYWHERE NOW!"

I always had a hard time understanding how our parents believed they could change the world in the 60's and actually they did. If it wasn't for them, we would be living in a darker parallel universe by now. And know I understand. For the first time I know what all those words meant, how those songs were written... One morning we woke up and the world had changed. Greece, Turkey, Brasil, Bulgaria and one by one everybody is rising. It's One World & One Love and where there is love, there is a way... 

And if you are comfortably sipping your coffee in a safe cafe somewhere around the world right now while reading this, don't you worry. You don't have to go to the resistance, sooner or later the resistance will come your way. Then you realize who you really are and what you can do, in the most unexpected way...

We are one...
Resistance is sharing.
Resistance is each and everyone dancing to the song in their hearts.

Where there is love, there is a way.
Just Imagine,
Just Believe :)

Sona Ertekin



Countries with protest this month according to World Riots 24/7
Turkey, Brazil, Bulgaria, Colombia, Russia, Nicaragua, Bahrain, Tibet, Palestine, Indonesia, Bosnia, Herzegovina, Syria, Lebanon, Spain, South Africa, Iraq, Tunisia, Greece, Israel, Thailand, Japan, Chile, Mexico, Poland, Norway, China, Iran, India, Pakistan, Kosovo, Netherlands, Kashmir, Paraguay, Sweden, Peru, Hong Kong, Egypt, Cambodia, Bangladesh, Italy, Canada, Hungary, Portugal, Germany, Australia
France, Ireland, UK, US

*check out posts below for my earlier updates from the resistance

20 June 2013

Gündüz İş Gece Meclis: Yoğurtçu Parkı Halk Forumu’ndan izlenimler (18-19 Haz.)

Fotoğraf - Didem Gençtürk

Gündüz İş Gece Meclis
Yoğurtçu Parkı Halk Forumu’ndan izlenimler (18-19 Haz.)

Dün gece ve evvelki gece Yoğurtçu Parkı'ndaki park forumuna katılma fırsatım oldu. İlk gece ses sistemi olmadığından megafonla da ses duyurulamadığından biraz karışık bir ortam vardı ancak kalabalık büyüktü. Platformun adının konması üzerine bayağı bir vakit harcandı. İkinci gece ise kalabalık daha da çoğalmıştı.

Kendimi bildim bileli tüm dünyada mahalle mahalle doğrudan demokrasinin hayalini kurmuş biri olarak bu ortam benim için son derece heyecan vericiydi. Herkesin sesini duyurabileceği, dilediğini söyleyebileceği ve ne söylerse söylesin herkesin dinleyeceği bir ortam düşünün. Kimileri hızla kararlar almaya çalışıyor ama bir konuşmacı şöyle hatırlatıyor: “biz yıllardır susuyoruz, bırakın konuşalım, haftaya karar alırız”.

Bu parklarda forumu organize eden birileri olduğunu düşünmeyin. Her şey akışkan, insanlar değişiyor, kemik bir kadro yok, siz de ucundan tutabilirsiniz. Forum başlamadan önceki koordinasyon toplantısı da çimenler üzerinde ve açık olarak yapıldı. Konuşma süresinin koordinasyon toplantısında belirlenmesine bile itiraz edildi ve forumda kararlaştırılması istendi. Artık demokrasiye nasıl susamış bir halk olduğumuzu varın siz düşünün, bundan sonra yeni moda: bakkala giderken bile beyaz peynir mi, kaşar mı diye evde oylama yapacağız J

Park forumlarındaki önemli bir mesele de alkış. Çevreyi rahatsız etmemek adına alkışlamıyoruz. Bunun yerine belirli el işaretleri kullanılıyor ve muhteşem bir görüntü oluşuyor. Onaylıyorsan iki elini birden salla, karşıysan bileklerini çapraz yap ve “uzattın artık konuyu bağla” anlamında tel sarar kızım tel sarar tarzı bir hareket var onu yap.

Park Forumları bu halk hareketinin adaptasyon gücü ve yaratıcılığının, barışçıl niyetlerinin de bir simgesi. Dün gece parktaki bir konuşmacının dediği gibi “Hükümet güçleri Park’ı dağıttık diyorlar. Evet haklılar, artık her yerdeyiz.” Duranadamlar, dün forumda öğrendiğim iskele çıkışlarında insanlara sarılan “free hugs/kucakla”cılar, bisikletle meydanlarda dönenler, plazalarda sanayilerde “jilet gibi” kılıklarıyla duranadam ve durankadınlar, Emek sinemasının sokağında kitap okuyanlar, Haydarpaşa’da piyano çalanlar… Ok yaydan çıktı…Her yerdeyiz…

Yoğurtçu Parkı Forumu notları yakında http://parklarbizim.blogspot.com adresinde toplanacaktır diye konuyu çok uzatmıyorum. Park Forumları’nı gidip görmenizi, o havayı solumanızı tavsiye ediyorum. Biraz erken gidip önlere oturursanız daha iyi duyabilir, daha fazla dahil olabilirsiniz. Aksi takdirde kalabalığın kenarında bir şey duymadan ve anlamadan gazoz içip dönmeniz olası. Su ve atıştırmalık ihtiyaçlarınızı gene parktaki Direniş Market masasından ücretsiz temin edebileceğiniz gibi buraya malzeme de bırakabilirsiniz yalnız abartmayın.

Tamamen Kişisel Fikirlerim: PARK FORUMLARINI LÜTFEN BİR PROTESTO ALANI OLARAK GÖRMEYİN, fikir alışverişi için kullanabileceğimiz bu değerli ortamı kaybetmeyelim. Yok çadır kuralım, yok işgal edelim, yok protesto yapalım diyenlere kesinlikle katılmıyorum. Her yaştan, her gelir düzeyinden, her etnik kimlikten, her siyasi görüşten ve umarım AKP seçmeninden de insanlar gelsin, birbirimizi duyalım, birbirimize dokunalım… Her akşam aynı parka gitmek yerine diğer forumlara da göz atın. Alkışlamayın, bağırmayın, içki içmeyin… Çocukların ve yaşlıların da gelebileceği güvenli huzurlu neşeli ortamı koruyalım. Çöpünüzü zaten ortada bırakmazsınız onu biliyorum. Bir de gaza gelip yaptığınız konuşmaları bir zahmet evde de uygulayın, aman kadınlar kadınlarımız barış zart zurt diye atıp tutup evde karınıza çocuğunuza kocanıza çalışanınıza komşunuza orantısız atar yapmayın.

Son olarak dün gece parkta söz aldığımda yaptığım konuşmanın aşağı yukarı metni de şöyledir:

“Saygıdeğer Park Meclisi ve Sevgili Park Vekilleri,
Herkese Merhaba!

Öncelikle teknik bir konuya değinmek istiyorum. Park Forumlarını bir protesto alanı olarak görmemek gerektiğini, fikir alışverişi için bir platform olarak korumak gerektiğini düşünüyorum.

Bunun dışında gündem olarak benim tek bir sorum var. Seçim Barajı’nın kaldırılması ve Seçim Yasası’nın değiştirilmesi için sade vatandaş olarak ne yapabiliriz? Bugün seçim barajından haberdar olmayan ve bilgi eksikliğinden dolayı oy kullanmayan ya da oyları boşa giden pek çok insan var. Nereden bilgi edinebiliriz, nereye imza atabiliriz, nereye dilekçe göndermeliyiz? Bu konuda bilgilendirici bir platforma ihtiyacımız var.

Son olarak da şunu söylemek istiyorum, bu günlerde çocuklarınız için kitap arıyorsanız Asteriks – Tanrılar Sitesi’ni okutabilirsiniz. Romalılara karşı ormanını koruyan cesur Galyalıların hikayesidir.

Duran adama devam, sarılmaya devam ve hazır sokaklarda dans etme fırsatımız varken kaçırmayalım derim.

Teşekkürler”

Sona Ertekin



16 June 2013

Silence is a crime


I can't write much, I can't make jokes anymore. 
What is happening right NOW in TURKEY can only compare to countries at WAR.
The only difference is we are ordinary people, unarmed.
HELP..

POLICE ATTACKS CHILDREN & PREGNANT MOTHERS
WATER CANNONS WITH ACID BURNS OUR SKIN
THEY ARREST DOCTORS WHO HELP PEOPLE
THEY ATTACK HOSPITALS WITH GAS
POLICE PRETEND AS WOUNDED AND BEAT YOU WHEN YOU GO TO HELP
NEWS/PAPERS SAY WE'RE TERRORISTS
WE'RE ORDINARY PEOPLE

15 June 2013

Merhaba Gezegen! Bugün Türkiye'de direnişin 18. günü

*Dün yazdığım İngilizce yazının Türkçe çevirisidir.

© Murat Ersan

                                     
MERHABA GEZEGEN

Birkaç gündür güncelleme yapamadım ama zaman öyle hızla akıp gidiyor ve duygularımız, gerçekliğimiz, gündemimiz dakikalar içinde öyle hızlı değişiyor ki..

Bugün Türkiye'de direnişin 18. günü ve Gezi Parkı hala bizim! Şehrin tam ortasında sanat ve yaratıcılıkla dolu, her inanç, siyasi görüş, cinsiyet, ekonomik katman ve her yaştan insanın bir araya geldiği, her şeyin bedava olduğu inanılmaz güzellikte bir komün bu.

Son güncellememde yazdığım gibi ortalık biraz daha sakinleşmişti ve Park'a daha çok kutlama havası hakimdi. Derken 11 Haziran sabahı bir avuç sözde 'direnişçi' molotovlarla polise saldırdı. Bu kişilerin kiralık provakatörler olduğunu ve bir tanesinin kağıt üzerinde hapishanede tutuklu olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Polis sokaklarda binlerce vatandaşa uyguladığı aşırı öfkenin aksine bu 4-5 kişiye nazikçe biraz su sıktı. Ve hoop, buyrun size yeni bir saldırı sebebi!

Bir gaz delisi olarak kendimi tutamadım ve ayın 11'indeki gaz festivaline koştum. Portakal gazını çok seviyorum ama biber de fena değil. Artık ne çıkarsa bahtına :) Gazlı Park'taki eğlenceyi kaçıramazdım ve Asteriks'in Romalılar(Tomalılar) hakkındaki hislerini artık anladım. Park gece boyu yoğun saldırı altındaydı. Şöyle anlatayım: Titanik filmini düşünün. Suyu çıkarıp yerine gaz koyun... Yüzlerce yaralı. Tam bir kaos. Önceleri sürekli "Gel Gel Gel Gel" diye bağırarak insanları öne davet eden arkadaşların seslerini duyduğumuz gazlı gecelerin aksine bu defa tek duyduğumuz şu oldu: "Sedye, Sedye, Sedye! Yolu açın!" Gözlerimin önünden yüzlerce sedye ve battaniyeyle kanlar içinde yaralılar geçerken gururlu bir kalabalık herbirini alkışlıyordu. Bunca yaralı ve her yer revirken şaka yapmak da güçleşiyor. CNN muhabirinin de dediği gibi tam bir savaş alanı. Yapabileceğiniz tek şey durabildiğiniz kadar ayakta kalıp direnmek. Ve eğer ayağımın dibinde gaz kapsülü fosurdarken çaycıya para üstü verip zavallı adamın gözlerine talcid sıkabiliyorsam olay bitmiştir...


GÜNÜN MENÜSÜ:

11 HAZİRAN
-Kiralık porvakatörlerle molotov tiyatrosu sahnele (kötü oyunculuk, zayıf senaryo, berbat performans, imdb'de 1 yıldız)
-Adalet sarayına saldır
-Avukatları yaka paça tutukla
-İmam'ı açığa al (direnişçilerin sığındığı ve revir olarak kullanılan Cami'de seks ya da alkol olmadığını açıkladığı için)
-Gezi Park'ta gece boyu sınırsız Gaz Fesitvali (kapsülleri doğrudan protestoculara hedeflemeyi unutma)
- Ankara ve diğer şehirler için gaz vakti...

12 HAZİRAN
-Doktolar hakkında soruşturma aç (direnişteki binlerce insanı tedavi ettikleri için)
-Direnişçilerin içinde korku sal (hayali ve ölümcül bir saldırı planını sözde 'içeriden bilgi' şeklinde yay - BÜYÜK FİYASKO!)
-Başbakanlıkta ünlülerle görüş (yalnızca ne olup bittiği hakkında bir fikri olmayanlar ve ifade/vicdan engelli olanlarla)
- Ankara ve diğer şehirler için gaz vakti...

13 HAZİRAN
-Tutukluların bir kısmını serbest bırak (avukatlar, twitter'ı direniş için kullananlar, sokakta gaz maskesi ve kaskla dolaşanlar )
-Direnişi aşağıla (parka tuvaletlerini yapıyorlar, işiyorlar park sidik kokuyor falan de. - En ağır saldırıda bile tuvaletlerin pırıl pırıl olmasına ben bile inanamadım be...)
-Oooops! AB Parlamentosu'ndan uyarı ..
-Dünya en ufak bir krizle başa çıkamadığını konuşuyor dostum! Yazık lan sana...
-Daha fazla şuursuz ünlüyle buluş, vakit kazan
-Taksim Dayanışma temsilcileriyle acil toplantı (çok kalabalıklar, sekiz kişiyle değil iki kişiyle konuşmak istiyorum de. O da iyiymiş!)
- Ankara ve diğer şehirler için gaz vakti... 

PARKTA SIRADAN BİR GÜN
-Uyan
-Yatakta/çadırda kahvaltı (Bir Woodstock klasiği)
-Geçen geceki polis saldırısından sonra parkı temizle
-Yaralılarla ilgilen
-Sebze ve çiçekleri tekrar dik
-Çadırları ve her şeyi yeniden kur
-Sanat ve performanslar
-İhtiyaç listelerini tazele (gaz maskesi, yangın söndürücü, ilaç, yemek, kitap, kıyafet, kedi köpek maması vs. vs.)
-Vay canına, birkaç saat içinde ne ihtiyaç varsa fazlasıyla elimizde. Üzerine elle tek tek notlar yazılmış sandviçler: "Gördüğüm en güzel direnişçi sensin!" 
-Top oyna, ip atla
-Sınırsız makara
-Kuşlu çiçekli romantik Vali'ye tweet at
-Anneni ara (diren şarj)
-Meydanda binlerce insana piyano resitali
-Anneler çocuklarını korumak için parkın etrafında insan zinciri oluşturuyor. Gözyaşları şelale!
-Ertesi gün yeni baştan...

Evet.. yaklaşık 7000 kişi yaralandı, hastaların çoğu hala kritik durumda ve 4 kişi hayatını kaybetti. Ömür vademde birilerinin benim için öleceğini asla hayal edemezdim. Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı! Her zaman kalbimizdesiniz...

NE İSTİYORUZ?
Ancak kendi adıma konuşabilirim. Özgür bir ülkede, bir demokraside yaşamak istiyorum. Çocuklarıma  insanların korku içinde yaşamadığı güzel ve özgür bir ülke bırakmak istiyorum. 

-YAŞAM TARZIMA ve İNANÇLARIMA karışan
-Ayyaş, inançsız, terörist diye bana HAKARET EDEN 
-nasıl yaşayacağımı, ne içeceğimi, NEREDE ÖPÜŞECEĞİMİ, kaç çocuk yapacağımı söylemeye kalkan, doğum/kürtaj haklarımı, ifade özgürlüğümü kontrol altına almaya çalışan
-medyayı sakat bir kuklaya çevirerek ülkenin HABER ALMA haklarını ihlal eden 
-ülkedeki her yeşil alanı talan eden ve HER YERİ BETONLA DOLDURMAYA ÇALIŞAN
-alt ve üst geçitlerle toplumsal alanları yok ederek insanları sokaklardan süpürüp evlerine ve alışveriş merkezlerine tıkan, vahşi tüketicilerden bir ZOMBİ NESLİ yaratmaya çalışan
-arkeolojik alanları ve tarihi binaları AVM'LER ve LÜKS OTELLERE çevirmeye and içmiş
-halkı şiddete sürükleyerek PROVOKE eden ve insanları BÖLMEYE ÇALIŞAN
-SOKAK HAYVANLARINI katletmek isteyen
-İZİNSİZ GÖSTERİ HAKKIMI reddeden
-SEÇİM BARAJIYLA temsiliyet hakkımı bana vermeyen
bir başbakan/hükümetin yönetiminde yaşamak İSTEMİYORUM! 

BAŞBAKANA TEŞEKKÜRLERİMİ SUNUYORUM
-gaz festivali ve adrenalinle depresyonumu tedavi ettiği için
-kendimi yeniden keşfettiğim için
-hızlandırılmış direniş kursu ve acemi eğitimi için
-ülkede 'canı sıkılan' ya da 'umutsuz' tek bir genç kalmadığı için
-sayesinde 'apolitik' yeni 'politik' haline geldiği için - çok seksi..
-artık kendi ülkemin sokaklarında yürüdüğümü hissettiğim için 
-bu ülkedeki herkesi birleştirdiği için
-korkuyu yok ettiği için
-bize bu ülkede KOMŞULUĞUN hüküm sürdüğünü ve PİKNİĞİN esas olduğunu hatırlattığı için 
-beni ülkeyi terk etmekten vazgeçirdiği için. artık UMUDUM var, hiçbir yere gitmiyorum!
-beni çocuk yapmaya ikna ettiği için. evet senin gibilere karşı koyacak cesur ve güzel çocuklarım olsun istiyorum

Ama gazına bayılıyorum dostum! Gönder gelsin ;) Bu daha başlangıç, ve çok eğlenceli olacak...

Son olarak,
Tek Dünya, Tek AŞK!
Occupy Dünya, Occupy Galaksi!


Bizde direniş böyle yapılır..






Çay almaya çalışırken

Gas hangover
kan grubu-isim-acil telefon



Ekibimiz: Gazkolikler!
bazıları gaz sever...