07 March 2011

Havadis-ül Phangan Postası : III


Merhabaa! Bu maili ilk kez alanlar var, madem öyle niye önceden göndermedin eşşek demeyin, anca akıl ettim şimdi gönderiyorum. Bu Havadis-ul Phangan Postası’nın üçüncü bölümü. Eğer ilk kez alıyorsanız önce hemen aşağıdaki birinci ve ikinci bölümlerden başlayın. Arada www.sonaertekin.com’a fotoğraf da koyuyorum oraya da göz atabilirsiniz.

Hasretle öperim!
Sona

Havadis-ül Phangan Postası : III
12 Şubat 2011

Bir zamandır sesim çıkmayınca keyfimin yerinde olduğunu tahmin etmişsinizdir. Kıçın sıkışınca dır dır şikayet etmeyi biliyosun ama diyenleriniz çıkabilir. Reşat Nuri’nin Çalıkuşu bu konuya açıklık kazandırmıştır aslında: “Mesut günlerin yazılacak nesi olur ki?..”
Önce de anlattığım gibi guesthouse yaşantısı gürültü faktörüyle özellikle zor geçti. Sabah kalkıp çalışıcam ulan ben, desen sabahın altısında sarhoş sarhoş bağırıp şarkı söyleyen bebeler ne anlayacak. Kaldığım bungalovda iki mikro kurbağanın yanı sıra geko denen bir arkadaş vardı. Bu geko denen açık yeşil üstüne pembe desenli kertenkele arkadaşın adını çok duymuştum, sesini de duymuştum ama kendisini görmemiştim. Kendisiyle on gün kadar ev arkadaşı olduk. Önceleri bungalovun dışından geliyordu sesi. Resmen “gekkoooo” diye bağırıyor alet, gayet de net bir şekilde. Üstelik de gayet yüksek bir sesle, öyle cik cik bıdık bıdık değil. Sesi yüksek olunca kendisinin boyu ne kadar diye de düşünmeye başladım. Sonra bir gece tam yatağın altından geldi sesi. Bir huylandım gürültü falan çıkardım, yastıkları yatağın kenarına dayadım. Ertesi gece banyodaydı. Bungalovun bir kısmı neredeyse kartondan yapılmış olduğu için banyo kapısındaki kırıktan kapının içindeki boşluk görünüyor. İşte o anda gördüm gekonun kuyruğunu. İçinde durduğu kapıyı iki gün yavaaaaşça açıp kapadım. Yani haftalar oldu geleli ay oldu resmen, çokça yusufçuk hasancık ya da da daha doğrusu chang’cık pong’cuk görüyorum ama her seferinde bir titreme geliyor yakından görünce. Üstelik onlar ufak. Ama gekonun kuyruğunu görünce ay bu büyük yahu diye iyice hoş oldu içim. Tabi hemen gogıl ettim arkadaşı, “uğurdur, börtü böceği yer”den tutun da “çok iyi huyludur ama bi ısırdı mı beş saat bırakmaz”a kadar çeşitli yorumlar vardı. Velhasıl bir gece kendisiyle karşılaştık banyo duvarında, tamamını görünce en azından bir rahatladım, o kadar korkunç değilmiş ama boyu kolumun yarısı kadar şimdi insan hemen alışamıyor öyle.
            Kaldığım yerin sahibi olan aile de bir hayli genişlemiş, son geldiğimde iki kızları ve torbacı oğullarıyla götürüyorlardı işi. Şimdi gelinler damatlar torunlar falan var ortada. Süs havuzu yapmışlar içinde balıkları bitkileriyle. Sahibi olan amca gerçekten oyuncak sever birisi. Oyuncaktan kastım motorlu aletler. Torununu da kendine benzetmiş. Bir bebeği uyutmak için kucakta motorsiklete bindirilip bahçede dört dönüldüğünü ilk kez burada gördüm. Büyük toruna akülü araba, kendine de caterpillar kepçe almış adam, anlaşılan işler de ilerlemiş. Kepçeyle kendi oynuyor, napıyor anlamadım öyle bir dolaşıyor, etrafı eşeliyor ama bir şey yaptığı yok. Torunları eğlendirmek için de kepçeye bindiriyor elbette. Her fırsatta açık garajında motorsiklettir arabadır söküyor takıyor birşeyler yapıyor ama gerçekten mutlu bir aile gibi görünüyorlar. Buradaki insanların ifadelerini anlamakta güçlük çekiyorum. Turistik bir gülümseme olayı var heryerde, nedense benim kalmayı tercih ettiğim yerler hep suratsız insanlara ait. Bir de yüz ifadeleri öyle bir hızla değişiyor ki, yahu bozuldu mu ne oldu diye endişeleniyor insan ama galiba default bir durum bu. Bu pansiyonun hemen girişindeki evde yabancı, çok kocaman obez bir adam vardı iki sene önce. Adam köpeğiyle oynamak için motora binip hindistan cevizini ayağının dibinde taşıyıp bırakıyor, köpek alıyor, adam motorla ilerliyor, köpek getirip yerine koyuyor şeklinde bir oyun oynuyorlardı. Lakin adam daha da kilo almış, ne zaman görsem evin verandasında fayans kaplı beton masa gibi biryerde yatıyor artık, önünde de laptopu. Yazık…
            Eve geçene kadar Coffee One’da çalışmaya da devam ettim. Orası da dokuzda kapanıyor. Benim bu nomad ofis olayı iş yaptığım bazı yerlerde “anaaa, how cool is that” şeklinde karşılandı gerçi ama onlar benim burada plajda geniş beyaz şapkamla mai thai’mi yudumlarken maillerime baktığımı düşünürken ben yağmur mu yağdı, elektrik mi gitti, orda jeneratör mü varmış, pizzacıda wifi gece açık mı dedin, burası kapandı oraya gideyim ordan da şuraya giderim şeklinde deli danalar gibi oradan oraya koşturup duruyor, internet kovalıyordum. Eşyaları kuru tutan çantam, dev şemsiyem ve ben şeklinde… Sonunda ev boşaldı eve geçtim ve herşey birden değişti. Ev güzel… Baya büyük ve yeni, tertemiz. Yani benim düşündüğün standartların çok üstünde aslında, eh şikayetçi değilim elbette. Sıcak su, canavar gibi internet, mutfak, klima, televizyon, salon, balkon ne ararsan var.  Gerçi klimayı kullanmıyorum. Sabah yeterince erken kalkarsam mutfak penceresinden güneşin doğuşunu görebiliyorum ve uçsuz bucaksız kokonat ağaçları ufka uzanıyor, aralarında yer yer beliren çok güzel boz renkli ve yuvarlak taş devri kayaları var. Bu kokonatlarda beni müthiş büyüleyen bir şey var, nedir bilmiyorum ama bayılıyorum. Evin önünde ve arkasında iki tane küçük göl var, geceleri bir kurbağa ve cırcır böceği korosu eşliğinde uyuyorum. Sabah horozlar “Arrrkaaadaaşlaaaaaaaaaaaaaar!” diye ısrarla bağırıyorlar. Ev yeşillikler içinde. Yola yakın olduğu için biraz yol sesi var ama onun dışında gayet sakin sessiz. Sağımda solumda iki komşum var onların da sesi soluğu çıkmıyor. Evde televizyon olmasını hiç beklemiyordum. Hani edebiyatta bir esas vardır, bir kitabın başında silah varsa muhakkak kullanılır, diye. Bir evde televizyon varsa muhakkak izlenir de diyebiliriz sanırım. Syfy diye bir kanal var, işte Star Trek, Merlin, Ghost Whisperer, Battlestar Galactica ne kadar uzaylı sihirli büyülü dizi varsa gösteriyor, onlara takılıyorum akşamları, tutamıyorum kendimi. Bir de tabii Behzat Ç. olmazsa olmaz… Yani anlayacağınız İstanbul’daki süper asosyal memur yaşantım burada da devam ediyor. Sabah 7-8 gibi kalkıp işe başlıyorum. Nedense burada daha az oyalanıp daha konsantre çalışıyorum, işim daha erken bitiyor. Bayağı da ekstra iş geldi geldiğimden beri, iki aylık kiram çıktı bile. Tom Robbins kitabının çevirisini de neredeyse yarıladım. Yağmurlar bitti bu arada, artık ne fırtına, ne elektrik kesintisi kalmadı çok şükür. Eve geçtiğimden beri dışarı neredeyse hiç çıkmaz oldum. Zaten parti ortamlarına şöyle bir ucundan uğrayınca bile çok tuhaf hissediyorum, içim bir cız ediyor. Beni onca heyecanlandırıp son birkaç senedir hayatımı dolduran bu müzik, yaşam ve insanlardan inanılmaz kopuk hissediyorum, yüreğimi burkuyor bu duygu ve fazla kalamıyorum. Ama belki de tek başıma olduğu içindir, yanımda arkadaşlarım olsa daha eğlenceli olur eminim… Ban Sabaii’de gel çal dediler, dergi çevirisi bittikten sonra belki bir partide çalabilirim, sonuçta çok güzel, sevimli ve sıcak bir yer Ban Sabaii. Mutlu İnsanların Evi demek Thai dilinde.
            Neyse bu asosyallik nereye kadar, dergi başlamadan bari birşeyler yapayım dedim ve dalış kursuna Lotus Diving denen elemanlara gittim. Sonra kolumda bir lotus dövmesi üzerinde de Thai dilinde “choice” yazdığını farkettiklerinde bir heyecan olmadı değil J Ben onu düşünerek seçmemiştim ama hoşluk oldu tabii. Havuzuydu, teorik dersiydi derken ilk dalış günü geldi çattı. Hayatımda ilk defa tüple dalıyorum acayip heyecanlandım. İlk birkaç dakika tamam dedim ben yapamayacağım bu işi, buraya kadarmış. Maltalı Karen diye bir kızdı eğitmenim ve çok tatlı bir tipti. Ne olduğunu anlamadan denizin dibinde buldum kendimi. Baya Finding Nemo şeklinde rengârenk balıklar; psychedelic partinin alası denizin altındaymış. Mor üstüne sarı çizgili, fosforlu sarı üstüne siyah puantiyeli, işte o akvaryumlara koydukları tropik balıklar ve o bitkiler yosunlar mercanlar… Daldığımız yerde bir önceki gün görülen whale shark herkesi acayip heyecanlandırmıştı ama kendisini göremedik. Daha önce kaplan peşinde ormana gittiğimde de gördün mü, gördünüz mü, şunlar dün görmüş, ay inşallah yarın görürüz muhabbeti vardı. Burada da whale shark olayı var. Bu işi yaptıran kişilerin de hadi bakalım yarın görürüz belki şeklinde takılması beni şaşırtıyor. Bu da mesleğin bir parçası mı yoksa hala her gördüklerinde heyecanlanıyorlar mı merak ediyorum. Ne kadar güzel olursa olsun kim hergün dalmak ister ki? E peki ben hergün yazı yazmaktan hoşlanıyor muyum? Aslında galiba evet. Arada dırdır etsem de seviyorum yani. İşte öyleydi böyleydi derken Open Water 1 kursunu tamamladım, sınavı geçtim brövemi aldım. Dalış ortamı da biraz geyikmiş ama naparsın… Arada haftasonu denize de gidiyorum bazen. Adanın benim olduğum tarafında deniz çok sığ, girilmiyor. Motorla öteki taraflara gidiyorum. Çok güzel tropik bir kartpostal gibi görünüyor ama bizim denizimiz gerçekten de on bin basar, burada öyle bir deniz görmedim.
            Geçen haftasonu bir de film festivali oldu, plajda kocaman perde yapmışlar, şezlong ve plastik koltuklar dizmişler oraya gittim. Auroville belgeseli vardı bir tane onu izledim. Bir de arkadaşıma rastladım. Çakmak istedim, ben adanın batı tarafındakilerdenim, bizde çakmak bulunmaz, dedi. Şimdi adanın batı tarafı yogacıların ve aydınlanmış ampul gibi pırıl pırıl insanların hâkimiyetinde. Güzel bir şey tabii herkesin kendi mahallesi var. Srit Thanu yani Aydınlıkevler yoga mahallesi, Agama yoga denen bir yoga mafyası var oraya takılıyorlar. İçki sigarayı bir kenara bırak kahve yok kahve.  Aşırı sağlıklı yaşadığım dönemlerde diyordum ki kendime e yakında su içmeyi de nefes almayı da bırakırım tam olurum o zaman. Adanın güneyinde ise parti cumhuriyeti var. O yüzden de pansiyondaki bebelere, ya arkadaş dün gece çok eğlendiniz de ben uyuyamadım gece, diyince “Burası Ban Tai” dedi bitli çocuk. İyi de yani biz de genç olduk biz de partiledik, pil denen bişey var. Tak hoparlörüne git sahilde takıl niye odaların dibinde deliriyosun??
Neyse… Ev ararken hergün 7 saat motorla deli danalar gibi dolaştığım sırada bir evin girişinde kafesteki bir kuş bana “calm dowwwwn!” dedi biliyo musunuz J?  Kuş seviyor bu insanlar, çoğu insanın bahçesinde bir iki tane ahşap kafeste kuş var. Bu konuşan papağan da değildi, sarı takkeli, siyah bir kuş adını biliyordum ama unuttum. Bir defasında da kafasında maymunla motorsiklete binen bir adam gördüm. Maymun kollarıyla adamın kafasına sarılmış, alnından tutup iyice yapışmış öylece gidiyorlardı. Sonra öğrendim ki kokonatçıymış adam. Adam duruyor maymun da çıkıp kokonatları topluyor. Kokonatların düzenli toplanması çok mühim bir iş aslında, her yıl 150 insan kafasına kokonat düştüğü için ölüyor yani, boru değil…
            İşte havadisler böyle. Baya sağlık ve huzur manyağı oldum gene ama bi sapık katil falan bulup gönlümü kaptırmadan bu huzurdan kaçmanın daha yaratıcı, başka bi yolunu icat etmeyi umuyorum bu defa. Derinden hissettiğim bir başka şey de şu, ne kadar güzel olursa olsun, paylaşmayınca tadı çıkmıyor. O yüzden hepinizi çok özlüyorum. Kucaklayıp öpüyorum!

Sona

No comments: