25 April 2011

Havadis-ül Phangan Postası IV: Sular Seller





Tayland’da geçen üç ay, üç dolunay… İnsan sakin sessiz çalışmak istiyorsa neden dünyanın meşhur birkaç parti adasından birine gider mesela? İşte evrenin gizemli sırlarından biri. Neden böyle ters işler yaptığımı bilmiyorum ama içimde bir şeyler beni buna zorluyor sanırım, çocukluğumdan beri böyleydi bu. Ya akıllı, mantıklı normal insanlar için akıl dışı; ya da sıra dışı, çılgın, bohem insanlar için oyun dışı sayılacak hareketler yaparken buluyorum kendimi. Neden böyle cins bir insan oldum ben diye anneme sordum geçenlerde ama bir cevap alamadım. Beni uzaylı çingenelerden mi aldınız ne yaptınız? Velhasıl Avrupalı embesil gençliğin anaokulu olarak hizmet veren bu güzelim adada üç ay neredeyse bir atlet disipliniyle çalıştım, haftada üç gün de koştum.

Ada her ay dolunaya bir iki gün kala dolmaya başlıyor ve bunlar büyük ölçüde kova denyolarından oluşuyor. Yani kovada satılan, işte alkoldür, redbuldur, sang som’dur, allah ne verdiyse. Bugüne dek hiç gitmemiştim ama bu defa üçüncü ayımda tatlı arkadaşım Umi’yle masaj ve alışveriş keyfine Haad Rin’e gitmişken bir bakalım dedik. Bu partinin ertesi günü sokaklar sargı bezli alçılı insanlarla doluyor. Yani trafiğe çıkmak pek akıl kârı değil. Ama ne yapıyorlar bir göreyim dedim, sonuçta her ay 15.000-30.000 kadar insanın bir araya gelmesi enteresan bir doğa olayı sayılır, hem ne güzel insancıklar dans etsin eğlensin. Ama Haad Rin belediyesinin dağıttığı fosforlu Fullmoon Party şort ve tişörtleri giymiş gençlerin alkol koması törenleri ve dostlar sekste görsün yaklaşımları hiç de iç açıcı değildi. Ortam fenalaşmadan bir Song Taew’e atlayıp kaçtık zaten ve uzaklaşan araçlarda bizden başka kimse yoktu gerçekten de. Aslında Thong Sala’dan Haad Rin’e kadar bir mini-tren yapmalılar diye düşünüyorum, böylece sakatlıklar kazalar azalır, yolda da müzik çalınır, içki satılır. Çuf çuf tren, kova denyolarının zekâ yaşına da uygun bir eğlence. Daha parti başlarken beyaz gömlekli doktor ve hemşireler sağlık ocaklarının önünde oturup iş bekliyorlar, öyle diyeyim. İşte kitlesel bir eğlencenin odağında iyi müzik ve dans olmazsa böyle sapıtıyor insanlar, valla gençliğin hali içler acısı. Neyse ki bu kova denyoları adanın asıl gizli cennetlerinin yerini bile bilmiyorlar.


 İşte size gayrı resmi foolmoon parti tarihi:

Sene 1985, bir gezginin doğumgünüdür.
-Akşam plajda parti yapalım mı, yirmi otuz kişi gelir bence…

………

Sene 1995. Binlerce insan akın ediyor, bu işte büyük para var. Belediye çöpleri temizlemek için girişte bilet kesmek zorunda kalıyor.

-Kankacım bu gençler o fosforlu renklere bayılıyolar ya, basalım tişörtü, şortu rengârenk fosforlu, üstüne Fullmoon Party yazalım giysinler, ne diyosun?
-Olum hepsi aynı şeyi giyer mi?

1998
-Büyük projem var kanka. Plastik pipetlerden kolye, yüzük falan yapıcaz, kovayı alana veririz hem hoşlarına gider. Mi lav yu long taym hesaabı… Fosforlu boncuklardan kolye yapıp blacklight’ı da üstlerine verdik mi tamam. 4 kova alana da beşincisi bedava.
-Abi dört kovayı içse çocuk zaten ölür bayılır.
-E bayılsın, doktor Leang hemen köşede zaten.

2001
-Hacı diyorum ki bu sene yeni bi olaya girelim. Hani bunlar ateş çevirip duruyo ya,  oynuyolar bütün gün plajda. Kocaman bi halatı batıralım parafine. Yakalım ipi, biz çevirelim onlar atlasın, hop hop oynasın.
-Diyosun…


Neyse ki bu Fullmoon gerzekliği her ay gelişi gidişi toplam bir üç dört günü buluyor. Onun dışında isteyene sağlık huzur, isteyene eğlence, isteyene yoga, artık keyfinize göre. Şık bir kafede Avrupai café standartlarında pazar kahvaltısı, nefis kitapçılarda kitap alışverişi de cabası. Yani herkesin Phangan’ı kendine… Bu üç ayda benim için en etkileyici dolunay ise Magha Puja oldu. Magha Puja, ya da Kutlu Şubat. Ay takvimine göre üçüncü ayın dolunayında Tayland, Kamboçya ve Laos'ta Budistler tarafından kutlanan bir bayram bu. İnanışa göre bundan 2500 yıl kadar önce, Buda'nın aydınlanmasından dokuz ay sonra tam 1,250 takipçisi Buda'nın Kuzey Hindistan'da yaşadığı Rajagaha'da önceden bir tarih ve buluşma belirlenmeksizin kendiliğinden bir araya gelmiş. Buda bir bambu ormanında dolunayın ışığında bu aydınlanmış kişilere, yani Arhanta'lara Budizmin Ovadhapatimokha adı verilen esaslarını anlatmış ve onları bizzat takdis etmiş. Bu esasların başında kötülükten kaçınmak, iyilik yapmak ve zihni temizlemek geliyor. İşte bu münasebetle Şubat ayının Fullmoon partisi dolunay gecesi değil, ertesi gece yapılıyor. Yani nadir sessiz ve leziz dolunaylardan biri bu. Bu yıl Magha Puja sırasında bir de elektrikler kesildi ve motora atlayıp deniz kenarında sevdiğim bir mekâna, Lee Garden’a giderken hayatımda gördüğüm en büyük dolunayla karşılaştım, muazzam görünüyordu. Gittiğim yeri unutup gökteki bu koskoca beyaz deliği izleyerek karanlık orman yolunda ilerledim bir süre. Delikten göründüğü gibiyse bu gökyüzü denen şemsiyenin arkasında uzay bembeyaz olmalıydı… Deniz kenarına vardığımda elektrikler hala gelmemişti ve koskocaman ay kokonatların karanlık siluetleri arasında yükseliyordu. Magha Puja kutlamaları için yakılıp göğe salınan kocaman kırmızı kâğıt fenerler havalanmış, ayın etrafında yavaşça süzülüyorlardı. Güzelliğin insanın içine sel gibi dolup, gözden tek bir damla halinde aktığı, unutulmaz anlardan biri oldu bu benim için.


Phangan’da en hoşnut olduğum zamanlardan bazılarını da sahilde bir tahta şezlongda uzanmış ya da Thong Sala parkında bankta oturmuş kitabımı okurken yaşadım. Phangan’ın güzelliği o parti kalabalığı haricinde aslında sıkışık bir yer olmaması. Geniş ve ferah bir yer. İnsanın göğsünde de geniş bir yer açıyor sanki. Hele de Thong Sala Belediye parkı. Eski belediyelerin ve yenilenmemiş eski otellerin 70’lerden 80’lerden kalma bir havası vardır hani, nasıl tarif edeceğimi bilemiyorum, ıssız diyeyim. Bir sadelik, bir kasaba havası. Şimdilerde turizmin incisi olmuş mekânların ilk modernist girişimleridir bunlar belki de… Boş ve ıssız kasabalarda ve yollarda geçen ve hiçbir şey anlaşılmayan 80 sineması entelektüel Türk filmlerinde sıkça rastladığımız bu atmosferde benim içime işleyen bir şey var, belki de çocukluktan kalma… Gösterişsiz ağaçları, çimenleri, bankları ve geniş boşluğunda esen rüzgârlarıyla bana ham bir huzur duygusu verdiği için seviyorum Thong Sala parkını. Ama Türkiye’deki herhangi bir kasaba parkından farkı var mı derseniz yok, o yüzden de tanıdık. Neden bilmem ama rüzgârda insana özgürlük duygusu veren bir ferah boşluk yok mu? İnsanı kendi boşluğuna ve serbestliğine katarak huzur veriyor sanki. Bir çay bahçesi düşünün, beton zemin; branda gölgelikler için dikilmiş beyaz metal direkler; deniz, rüzgârlı bir günün verdiği açık yeşilimsi renkte olsun ve rüzgar hiç durmadan kulağınıza bir şey söylesin. Kuşadası sahilinde belediye çay bahçesinde bir sabah hatırlıyorum, çaylı, poğaçalı, rüzgârlı… Rüzgârın söylediği neydi çıkarmaya çalışıyorum şimdi ama tam emin olamıyorum. Esmekle ilgili olsa gerek…


Phangan her daim efil efil rüzgâr esen, Altın Güvercin Şarkı yarışması gibi bir yer değil elbette. Sıcak insanı öyle bir ezip yere yapıştırıyor ki… Tarif etmesi kolay ama alışması zor – en çok sıcak sevenler için bile. Vantilatörünüzle yakın bir ilişkiniz oluyor, ayrı kalmayı düşünemiyorsunuz. Gerçi benim için sıcaklardan daha da etkilisi yağmur, fırtına ve sel gibi sulu felaketler oldu. Sağlam, akarı kokarı olmayan, damlamayan bir evde kaldığım ve hafta içi her gün sabahtan akşama evde çalıştığım için yağmur beni genelde çok fazla bozmuyordu. Yani aslında kuru mevsim olmasına rağmen bayağı yağmur yağdı demek istiyorum. İlk gittiğimde üç günlük bir fırtına olmuştu ve bulunduğum yerde bir iki gün susuz elektriksiz kaldık, ağaçlar yıkıldı, damlar uçtu vesaire. Ardından genelde güzel havalarla; sabah yağmuru, akşam yağmuru, gece yağmuru kombinasyonları olan parçalı bulutlu zamanların köşe kapmaca oynadığı bir iki ay geçti. Bu sıralarda benim de işlerim iyi gittiğinden “eve uzun yoldan dönmek” gibi kendimi alamadığım kötü bir huyun pençesine düştüm bir kez daha. Hazır bu kadar yakındayken ve imkânım da varken Bali’yi görmek istiyordum. Tabii Japonya’daki deprem; nükleer hedeler yüzünden güzelim Pasifiğin mundar olması; sonra Tayland’ın kuzeyindeki 7.lik deprem; Bali’nin de bulunduğu Endonezya’daki Tsunami alarmı; orada da 6-7’lik bir iki deprem bu kararımı pek de kolaylaştırmadı. İnsan kendi için bazı riskleri tercih edebiliyor ama sizi sevenleri meraklandırmak istemiyorsunuz. Öyle mi böyle mi, gitsem mi gitmesem mi derken bu defa çok sağlam bir fırtına hem bizim adayı hem de Tayland’ın güneyini fena vurdu. Sanırım bir 12 gün kadar sürdü bu fırtına ama ne fırtına… Yağmur neredeyse hiç durmadı ve yağmur damlasının vesairenin çok ötesinde dev bir kovadan dökülüyor gibiydi sular. Geceleri şimşeklerden gökyüzü bembeyaz kesildiğinde saymaya başlıyordum gök gürültüsü kaçıncı saniyede gelecek diye ve öyle bir gök gürlüyordu ki bir defasında uykumdan deprem oluyor diye uyandım. Bu havada kafayı kapıdan dışarı çıkarmak bile istemiyorsunuz, ama kapıyı aralayıp bakınca bir de ne göreyim? Benim bahçe içinde, yerden yüksek sütunlar üzerinde duran ev artık göl evi olmuş, resmen gölün içinde yaşıyorum, bir göl canavarı, bi ejder bi şövalye eksik. Kokonat termometresi bugünlerde hep soğuğu gösteriyordu. Yani kokonat yağı şişede tamamen donmuşsa hava soğuk demektir. Hava soğuk demek çorap ve polar giyecek kadar yani…. Ejdere gelene kadar zaten gündelik yaşamda da normalde alışık olmadığınız irili ufaklı canavarlarla paylaşıyorsunuz evi. Bazen bir sabah uyanıyorsunuz ve yerde, koltuğun köşesinde, çatlamış minnacık beyaz bir yumurta buluyorsunuz, bir santim çapında. Bebek kertenkele buralarda bir yerlerde olmalı derken bir yerde beliriveriyor, ama nasıl şirin bir şey. Hem pembe, hem şeffaf, bildiğin jelibon ama yürüyor işte. Tropiklerde günlük ev işleri arasında bir de kertenkele boku toplamak vardır. Kurbağası, börtüsü böceği geleni gideni eksik olmaz. Ama fırtınanın ilk günü evde gerçek bir Discovery Channel ortamı yaşandı. Balkon kapıları açıktı, akşamüstü saatleriydi ve evde ışıklar yanıyordu. Yağmur bastırınca kanatlı bir takım arkadaşlar sürü halinde, daha doğrusu bir kanat bulutu halinde eve daldılar ve hemen peşlerinden de onları karşılamaya iki tane kocaman geko girdi. Bir tanesi çok büyüktü, yani hem şişko, etli etliydi hem de kolumun yarısı uzunluğundaydı; parmak ucumdan dirseğime kadar. Bu kadar iri bir kertenkelenin evde olmasında bir fevkaladelik yok, ara sıra gelip gidiyorlar, geceleri gekkkoooo diye bağırıyorlar. Ama eve dalan kanatlı böcek sürüsünün heyecanına kapılan iki geko çıldırmış gibiydi. Yani kolum kadar hayvanın ne kadar hızlı hareket ettiğine inanamazsınız, resmen koşup zıplıyor kedi gibi koltuklara duvarlara falan atlıyor. İki geko bizim kanatlıları hapur hupur yedi, hayvancıkların kanatları gri tülden çiçek yaprakları gibi yerlere döküldü, her yer kanat içinde kaldı.  Bir süre sandalyenin üzerinde tünedikten sonra nihayet balkon ışığını açıp salonunkini kapamayı akıl ettim. Böylece böcekler balkona çıktı onlardan kurtuldum. Sonra camı çerçeveyi açıp gekoları da çeşitli yöntemlerle gitmelerinin hepimiz için en iyisi olacağına ikna ettikten sonra rahat bir nefes alabildim. Sonra yıllardır tropiklerde yaşayan dostum Tolga’ya konuştuğumuzda öğrendim ki bu kanatlı kardeşler termitlermiş. Hakikaten de benim evin altında kocaman bir termit yuvası vardı. Meğer bu arkadaşlar kuru mevsimin ilk büyük yağmurunda hep birlikte uçup en yakın ortama sığınıp çiftleşiyorlarmış. Resmen evimde bir orji gerçekleşti demek istiyorum! Uçmayı da pek beceremediklerinden kanatları sapır sapır döküyorlarmış. Ama Tolga bana bu durumda evdeki ışıkların kapatılıp bahçe ışıklarının yakıldığını anlattığında artık iş işten geçmişti, çoktan termitlerin aşk ve ölüm yuvası olmuştum bile.


 Fırtına birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün derken hiç bitmeyecekmiş gibi gelmeye başladı. İki üç günde bir alışverişe gidip bir sonraki alışveriş macerasına kadar evden çıkmıyordum. Şarap pizza filim: tropik fırtınanızdan zevk almanın yolları. Tabii gölün derinleştiği bir noktada kaçınılmaz olarak duran motoru yola çıkarmak için suyun içinde sürüklemem gerekti ve sudan çıkar çıkmaz çalıştığını görünce yüzen motoru icat ettiği için Honda’ya dualar ettim. Bu dönemde feribot, uçak, otobüs, tren ne varsa hepsi iptal oldu. Dalgalar bir sürü yeri yıktı, güney bölgelerinde pek çok insan evsiz kaldı. Aynı anda ülkenin kuzeyinde deprem, ortasında kuraklık, güneyinde de sel felaketi oldu. Trenin tren yolunun içinde olduğu gibi suya gömüldüğünü düşünün. Yani büyük ölçüde şansıydım ama yağmurun durmak bilmediği günler boyunca sağanak altında motorda giderken ya da su şişelerini ve ağır poşetleri üzerimde iki kat yağmurlukla yarı yüzüp yarı yürüyerek sular seller arasından eve taşırken bir kadın bunları tek başına yapmak zorunda kalmamalı diye düşünüp isyan ettiğim de oldu. Tabii Thai çocuklar sokakta yüzerek falan bayağı eğlendiler ama güneşi hiç görmediğim ikinci haftanın sonuna doğru gerçekten sinirim bozuldu, başladım ağlamaya. Tam da o gün öğleden sonra gökyüzü biraz açıldı ve güneş bulutların arkasından da olsa ışığını birazcık gösterdi. Balkon kapılarını açtım eve biraz ışık girsin diye, tam Peggy Lee’nin Manana şarkısı çalıyordu ki koccaman kanatlı, siyah üzerine parlak mavi desenli bir kelebek içeri girip bu neşeli şarkıyla dans etmeye başladı, öyle güzel sihirli anlardan biriydi bu da…

Tabii bu olumsuz hava şortları altında Bali seyahati sallantıya düştü. Zaten hiçbir taşıt çalışmadığı için fırtına bitene kadar bir yere kıpırdayamayacağım belli oldu. Yardır mevlam su! O kadar çok rahmet yağdı ki rahmet içinde kaldım. Bir dolu deprem, nükleer felaket, her türlü tektonik fahişelik diz boyu… Japonya 8 feet yer değiştirmiş; uzaylıyla medyum memiş de geldi mi tamamız! Hal böyle olunca tanrılar Bali’ye gitmemi istiyor mu emin olamadım doğrusu… 12 günün sonunda fırtına nihayet sona erdi, o muhteşem altın ışık topu tekrar gökyüzünde belirdiğinde herkes çok mutluydu. Davetsiz göller kısa sürede kayboldu, feribotlar çalışmaya, adaya tekrar gazete gelmeye başladı. Tam bu sıralarda Kral’ın gönderdiği bahriye gemileri, kurtarma ekipleri ve helikopterler de geldiler. Gerçi Red Kit’teki süvari alayı gibi biraz geç kalmışlardı ama elverişsiz ortamlarda mahsur kalan insanları kurtardılar, adadan ayrılmak isteyen turistlerin askeri gemiye binmeleri için çağrılar yapıldı falan depresif depresif olaylar. Demek istiyorum ki kral beni göndermek için gemilerini gönderdi ama binmedim. Bekledim ortalık biraz sakinleşsin yollar açılsın. Bir yandan işti güçtü, oydu buydu, gitsem mi gitmesem mi diye kendi beynimi yedim. Bir gün masaja gittiğimde masajcı abla sırtüstü yere uzanıp ayaklarını belime koydu, sonra kollarımdan tutup havaya kaldırdı, yani resmen leylek leylek yaptı ama onun sırtüstü versiyonu. Bir yandan da “Süpegööööl, rileeeeek” diyordu.  Rilek yani relaks işte. Kendi kendime güldüm tabi ne yapayım; herşeyi dert edinmeye ne kadar meraklıyız… Ama masajın sonunda insanı yastıkla kucaklarına yatırıp kedi gibi kulaklarını ve saçlarını çekiştirdikleri an yok mu, işte orada zaman ötesi bir yere, doğrudan anne kucağına ışınlanıyor insan. Gerçi bu ablanın değişik de bir tarzı vardı, parmağıyla kulağını gıdıklıyor, seni güldürüyor falan. Hani bir kundaklamadığı kaldı. Sonra sevgili Aykut'tan öğrendiğim Mr. Kim’in ofisinin yolunu tuttum. Mr. Kim gençliğinde 10 küsur sene uluslararası bir petrol şirketinde çalışmış, Arap ülkelerinde ve denizler ortasındaki petrol kuyularında bulunmuş. Şirketin petrol kulesi logolu kovboy tarzı kemer tokası hala belinde duruyor ama üzerinde “Stop Offshore Oil Drilling” tişörtü var. Allah belanızı versin diyip işi bırakmış, saçları uzatmış, Phangan’a gelmiş. Bir süre balıkçılık yapmış, sonra bar işletmiş, sonunda da seyahat acentası ve vizeci olmuş. Yani vize yenilemek isteyenleri sağa sola götürüp getiren hayırlı bir insan. Her naneye ultrasonla bakmak yerine elle muayene eden doktor bulursanız peşini bırakmayın. İşte Mr. Kim de 2011 yılında ofisinde bilgisayar olmadan çalışan bir seyahat acentası, ululardan bir ulu kişi. Ben de kendimi Mr. Kim’in ellerine bıraktım. Henüz bazı yollar açılmadığı ve hava durumu belirsiz olduğu için Pazartesi gel tekrar bakalım dedi. Pazartesi Mr. Kim’in ofisinden çıktığımda elimde Phangan’dan Phuket’e, Phuket’ten Denpasar Bali’ye, Bali’den Katar üzerinden İstanbul’a uzanan bir bilet ve yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. Genelde mecbur değilsem tek yön biletle seyahat ediyorum, dönüş bileti bana sıkıntı veriyor. Ama Bali’ye girerken Bali’den dönüş biletinizi de görmek istiyorlar. Gerçi uyduruk kaydırık rezervasyon bilet yapıp göstermek de mümkün ama dört aydan sonra eve dönmeye de hazır hissettiğim için bütün bu bilet tantanasını bir kalemde halletmek çok da işime geldi.


            Phangan’dan ayrılmanın bir hüznü oldu olmadı değil ama önümde yeni bir macera olduğu için çok da kalbi kırık ayrılmadım adadan. Ama Tayland denince benim aklıma gelen şey aslında bir kadınlar ülkesi. Cinsellik bir tabu olmadığı için özellikle tek başına bir kadının büyük rahatlıkla seyahat edebileceği bir yer burası. Şortla mı gezersiniz, donla mı gezerseniz kimsenin umurunda değil, çok kaşınmıyorsanız dönüp bakmıyorlar bile. Bütün dükkânların, evlerin, kasaların, motorların, arabaların anahtarları kadınlarda. Her işin başında onlar var. Sokakları, evleri, dükkânları her yeri güzelim bitkiler, havuzcuklar ve doğal malzemelerden bir sürü irili ufaklı ayrıntılarla süsleyen onlar. Bu ülke onların hâkimiyetinde. O yüzden de bir kadın olarak kendinizi gücünüzde hissediyorsunuz burada. Ayrıca Batı’nın estetik ve iktidar standartlarında elekte kalan erkekler, o şişkolar, o zayıflar, o uzunlar, kısalar, tipsizler burada çok mutlular. Çünkü Taylandlı kadınlar anlamasalar bile dinliyorlar onları. Onlara iyi davranıyor, giderken arkalarından gözyaşları döküyorlar. “Ama hayatım gene sadece kendi çamaşırlarını yıkamışsın” diye ağlaşan İskoç sevgililerini yirminci defa çileden çıkarsalar bile… Yani kadınların erkeklere hizmet ettiği ve teslim olduğu bir ülke izlenimi veriyorsa da kazın ayağı öyle değil. Eşcinsellerin ve transcinsellerin her türlü meslek alanında rahatlıkla yer bulabildiği bir ülke burası. “Mai Pen Rai” yani boşver, takma felsefesinin hayatın içine işlediği Tayland’ın insanlarının da genelde dertle tasayla çok işi yok, eğlenmeyi seviyorlar ve hayatı çok da ciddiye almıyorlar. Tabii bunlar benim daha çok güneyin turistik diyarlarından edindiğim izlenimler sadece, daha fazlası değil.

Ama Tayland’lıların nesini seviyorsun derseniz aklıma akşamüstü iş başlamadan önce küçük tapınakları önünde dua eden bar kızları, işe gidip gelirken üstü örtülü kafeste kuşunu da götürüp getirenler, markette yanlışlıkla cilt beyazlatıcı duş jeli alırken “valla ben on senedir kullanıyorum hiç beyazlamadım” diyen kasiyer, akşamüstü sokakta dükkanların önünde saronglarıyla oturan yaşlı teyzeler ve ipek pijamalı yaşlı amcalar, her öğlen evimin önünden dan din don diye geçen dondurma arabasından dondurma seçerken kafa üstü beline kadar dolabın içine dalan çocuklar, hatta içinde canlı karıncalar gezen o pilav, Fullmoon parti zamanı öfkeden kudurup bütün yabancılara kötü davranan dükkancılar, sokak pazarlarından tutun birbirinden lezzetli sokak yemekçilerine ya da sadece evinin kapısı önünde oturmaya sokakları tepe tepe kullanan, evlerine tıkılıp izole olmadan sokakları ve bir sosyal yaşantıyı paylaşan insanlar, saçlarını bir yandan diğerine briyantinle yapıştırıp kelini kapatan, janjanlı ipek gömlekler giyen amcalar ve sayamadığım daha bir sürü şey geliyor. Yerçekimini azaltmayı başarmış insanlar bunlar, onlarla yaşarken her zamankinden bir santim yukarıda atıyor insanın kalbi... O yüzden bakkala pijamayla giderken çok sevimli görünüyorlar… İşe bu duygularla çantamı topladım, ev sahiplerime, eşe dosta veda ettim, peri ışıklarımı, bilgisayarımı, kitaplarımı alıp daha da yeşil otlaklara göç etmek üzere tekrar yola düştüm. Dünyanın en güzel havaalanı Ko Samui’de ağaçların altında yastıklarda yayıldım, Phuket’te bir gece durakladım ve sabah altı sularında Endonezya’ya istikametine giden Denpasar Bali uçağına binmiş oldum....

2 comments:

Unknown said...

canim, nasilda keyfle okudum,simdi heyecanla senin gozunden bali'yi gormek istiyorum...tayland gibi oda benim gordugumden farkli olacaktir mutlaka..
Aysun

Sona Ertekin said...
This comment has been removed by the author.