12 March 2011

Koşmak, yazmak vesaire...




Yazmayalı üç hafta olmuş. Demek ki tam üç haftadır H&M dergi çevirisiyle uğraşıyorum. Üst üste üç hafta sonu boyunca da çalışmam gerekti, denize gittiğim bir gün ve havuza gittiğim bir öğleden sonra hariç 21 gün non-stop yüklenmişim demek ki. Ama şikâyetçi değilim sonuçta kendimi bu işin tarihlerine göre ayarlayıp her şeyi ona göre planlıyorum, işin kendisi de eğlenceli, yaparken hoşuma gidiyor yani. Koh Phangan’da İstanbul’dan çok da farklı değil hayatım, yine sabah sekizde kalkıyorum, kahvemi içerken sabah feysbukları ve internet burçlarına bakıyorum. Öğlen yemek arası. Haftada üç gün akşam 6’da koşmaya çıkıyorum, sonra duş ve akşam yemeği. Burada genelde akşam yemeğini dışarıda yiyorum İstanbul’dan farklı olarak, çoğunlukla da Thong Sala’daki yemek pazarına gidiyorum. Ekstra durumlar haricinde akşam 6’da işim bitmiş oluyor denebilir. Benim de 8 saatlik günlük bir mesaim var anladığım kadarıyla. Bazen bu 10, 11 saati geçebiliyor mecburen ama burada olmanın iyi yanlarından biri o 11 saatin arkasından gidip bir saat deli bir masaj yaptırmak, denize ya da havuza girmek, ya da deniz kenarında veya parkta kitabımı okumak, tropik meyveler, bolca deniz ürünü ve enfes yemekler… Yemek yapmak ve temizlikle çok fazla uğraşmak zorunda kalmamak da yoğun çalışma dönemi için güzel bir avantaj, çünkü bu zamanlarda çoğunlukla yemek yapacak halim ya da vaktim olmuyor. Sürekli çalan bir telefon ve kapı vesaire olmaması da doğrusu işleri kolaylaştırıyor. Ama başka faktörler var, mesela sıcak… Eeeevet, size sıkıcı hayatımdan bahsediyorum, hatta sıkıcı hayatımı itiraf ediyorum. Bu son dönemde şakayla karışık bir kompleks haline getirdiğim bazı meseleler var, onlarla yüzleşip barışmaya çalışıyorum. Mesela dj’likten emekli olmak, mesela eskiden zevkten dört yuvarlak köşe olup fırfıl fırıl dönerekten hafifçe göğe havalandığım, mutluluktan şeker gibi erdiğim partilere gidip de bu ne lan demek… Sanki özel olarak dünyadan gizleniyormuş gibi yaşamak ve insanlardan kaçıyor muyum yoksa ben gibi bir his… Bu gibi şeyler. Tuhaf, insan utanıyor, ya ne oldu yaşlandım mı, içim mi geçti, ne oluyor bana diye… Ama neler olup bittiğini yavaş yavaş anlamaya başladım sanki. Anlayışım biraz yavaş olabiliyor. Son dönemde yaşadığım değişim bir altı aydır keskin ve belirgin bir biçim kazandı ama şimdi geriye baktığımda bu dalganın nerelerde kum kaldırmaya başladığını da artık görebiliyorum. Ruhumun çeperlerini santim santim anlatmak değil niyetim ama ister istemez şu sıralar gündemimde olan, aklımda yer tutan şeyler bunlar, o yüzden bugün de yemekte bunlar var.
Aslına bakılırsa herşey, herşeyi aynı anda yapamayacağımı fark etmemle başlamıştı. Evet o zamana kadar aynı anda herşeyi yapabileceğimi sanıyordum. Ama elimde çevirdiğim topların sayısı artarken topların bazıları da büyümeye başladı ve tek tekerlekli bisikletimle ağzımdaki çubuğun ucunda dönen tabağın da buna çok faydası yoktu. Kimi işler ciddiye bindi, bazı hevesler çoktan alınmıştı, öncelikler değişmeye başladı, taşlar yerinden oynarken zemin de değişiyordu. Bazı tercihler yapmak zorunda kalacağım hissi beni hayal kırıklığına uğrattı ama aslında bazı iplerin ucunu artık bırakmak istiyormuşum da haberim yokmuş. Bu süreci daha da deşme arzuma şu anda gem vuruyorum ve bunları yazmama neden olan kitabı açıklıyorum: Haruki Murakami’den tüm koşmayı sevenler için geliyor: What I Talk About When I Talk About Running… Bütün bunlarla koşmanın ne ilgisi var efendim denebilir ama çok ilgisi var; çünkü koşmak benim hayatımı değiştirdi; ya da hayatımın değişimi beni koşturdu da denebilir.
Uzun yıllar İstanbul’da çalıştıktan sonra seyahat hastalığına tutunaraktan kendimi ofis düzeninde çalışma dünyasından tamamen diskalifiye etmiş oldum.  İki üç senemi aldı bu geçiş. Ama hergün bir ofise gidip gelerek, mutlu huzurlu insan gibi yaşamak bir yana, üretken ve verimli bir çalışan olmam da mümkün değildi artık. Bir sakatlık ya da hastalık gibi düşünün; deli işte ofiste çalışması mümkün değil. Sonuçta herkesin becerileri, eğilimleri ve tolerans eşikleri farklı... İşte ben de bu şekilde freelance çevirmen ve metin yazarı olarak çalışmaya başladım. Henüz altı ay geçmeden de hastalandım. Tuhaf ve ezici bir kronik yorgunluktan dolayı kolumu kaldıramıyordum. Gerçekten doktor doktor gezdim, yaptırmadığım tahlil kalmadı. O sıralarda vegan beslendiğim için en çok b vitamini eksikliğinden şüpheleniyordum ama turp gibiydim, hiçbirşeyim yoktu. Ama günde sekiz –on saat aralıksız bir sandalyede oturup bilgisayarda çalışmanın böyle bir etkisi olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Sonuçta ofisler, şirketler, devlet dairelerinde de insanlar böyle çalışıyorlar ama bunu kendi evinizden çıkmadan yapınca bir başka oluyor. İnsanlar otoparka, dolmuşa falan yürüyorlar, öğlen yemeğine gidip geliyorlar, arada kahve makinesinin başında iş arkadaşlarıyla sohbet ediyorlar, bankaya gidiyorlar falan ne bileyim… Gene evde çalışan birinden daha çok hareket ediyorlar yani, benim yatağımdan çalışma masama olan mesafe nedir ki? Sabah vapura binip ufka bakmak var, ağzında diş fırçasıyla bilgisayarı açmak var… Özetle hareketsizlik enerjimi azaltıyordu, ayrıca boynun belli bir açıda sürekli durmasıyla kulağın içindeki denge kristallerinin de başrollerde oynadığı bir takım tatsız durumlar vardı. Doktorum da bana tek tedavi olarak “koş” dedi ve gerçekten yıkıldım. Yürüsem olmaz mı dedim, hayır dedi, koşarkenki zıplama hareketine ihtiyacım varmış.
Ortaokul ve lise yıllarımda en büyük kâbuslarımdan biri beden eğitimi dersinde koşmaktı, İncek’teki kampüsün etrafında karlara bata çıka, en arkada, nefes nefese… Tek kelimeyle iğrenç. Hayatım boyunca da koşmaktan nefret ettim, ama bana bir şeyin zorla yaptırılmasına doğal allerjimin yanı sıra çocukları kendi beden ritmi dışında zorlayarak koşmaktan tiksindiren okul sisteminde aramak gerekiyor suçu. Her neyse, ömür boyu koşmaktan kaçındığım gibi koşanlara da deli gözüyle bakıyordum elbette. Laos’ta ormanda koşan bir oğlan gördüğümde inanamamıştım mesela. Önceki tatillerimde de Hindistan’da plajda falan koşanları gördükçe bunu kim dürtmüş diye düşünüyordum, allah akıl fikir versin… Dolayısıyla dünyanın bir numaralı koşma düşmanlarından biri olarak başladım bu işe, ama gerçekten de başka çarem yoktu çünkü artık gözümü açamayacak kadar yorgun ve depresif hissediyordum kendimi. Ve istediğim özgür çalışma düzeninin bedeli bu olmamalıydı.
Koşmaktan bu kadar nefret eden biri olarak düzenli koşmaya bu kadar çabuk alışmam ve zevk almaya başlamam beni oldukça şaşırttı. Bir iki hafta içinde kendimi çok daha canlı ve yenilenmiş hissettim. Kısa sürede de bağımlı oldum. Koşmanın patlattığı mutluluk hormonlarına, sonrasındaki deliksiz uykuya, hemen koştuktan sonra taş gibi sertleşince mutlu olan ve tekrar yaşadığını hisseden kaslara, yorgunluk hastalığından kurtulup enerjik, canlı, taze hissetmeye… Koşmadığım zamanlarda depresif bir hal geliyor üzerime ve koştuğum anda da mutlu oluyorum. Hastalığı belli ilacı belli, kötü bir anlaşma sayılmaz. Arada ara verdiğim ya da koşmak yerine paten kaydığım zamanlar oldu ama hayatımdan tamamen çıkarabileceğimi gerçekten düşünemiyorum. Yani meslek değiştirip bedenimi kullanarak yaptığım bir işe geçmediğim sürece… Bir buçuk yıldır haftada üç gün 40 dakika koşuyorum ve şimdilerde 45’e çıktım bakalım bir saate ulaşabilecek miyim….
Yahu Sona, Murakami zaten yazmış koşmakla ilgili kitabı, sen niye şimdi bunları yazıyorsun derseniz onun cevabını da aynı kitapta Murakami vermiş; düşüncelerimi kâğıda dökmezsem bir şey anlamıyorum diyor. İyi peki, allah Murakamini versin Sona ne diyeyim! Koşmaktan da, koşmak hakkında yazmaktan da utandığını açıkça söylüyor kendisi ben de ona katılıyorum. Bir kere herkes ne kadar sağlıklı ve sıkıcı bir hayat yaşadığınızı öğreniyor, yazar dediğin kendini içkiyle uyuşturucuyla yamultacak ya illa, öyle bir beklenti var, halk bunu istiyor. Ama bir de diğer cins yazarlar var, Murakami elbette bu konuya da değilmiş… Neyse, asıl mesele şu: Murakami bir yazar ve aynı zamanda bir koşucu. Haftada altı gün bir saat koşmakla kalmıyor her sene maratonlara falan da katılıyor. Kendisi 62 yaşında. Daha da sağlıklı olayım aman sağlıktan çatlayayım daha da geç öleyim inşallah diye mi koşuyor, hayır. Bunun cevabı o kadar basit değil. Ne zamandır koşuyor? 1982’den beri. 30 yılı geçmiş… Koşmadan önce ne yapıyormuş? Henüz yazar değilmiş, Tokyo’da bir bar işletiyormuş; bir caz kulübü. Bar işleten biri ne yaparsa onu yapıyormuş işte, noktürnal bir yaşam, içki sigara müzik vur patlasın çal oynasın… Ama otuzlu yaşlarının başında yazar olmaya karar vermesiyle koşmaya başlaması aşağı yukarı aynı zamana denk geliyor. Sonra sigarayı da bırakmış. Fatih Akın’ın Soul Kitchen filminden sonra bir röportajında daha fazla film çekebilmek için sigarayı bıraktığını duymuştum ama sonradan bulamadım, atmış olmayayım. Konumuz o değil tabii, ama sonuçta ben yaşamımı güzel sürdürebilmenin bir yolu olarak koşmayı bulmuştum kendime ve Murakami gibi sevdiğim bir yazarın da koştuğunu, koşmadan yapamadığını; koşmakla yazmak ve yazarlık arasındaki ilişki konusunda koşu günlüğüyle biyografi arası bir kitap yazdığını duymak elbette beni çok çok heyecanlandırdı. Bu utanç verici sağlıklı yaşamımı destekleyecek bir teori vardı demek ki, en azından yalnız değildim.
Murakami kitabında yazmakla koşmak arasında fiziksel, felsefi ve spiritüel bağlar kuruyor. Onun deneyimlerini okumak bana kendimle ilgili pek çok şey hatırlattı, sıcak memleketlerdeki koşma ve yazma deneyimlerinin arasına tropik meyveleri yedirmesinden evdeki tadilat gürültüsüyle ilgili şikâyetlerine kadar… Bar işlettiği ve her türlü deneyime açlıkla saldırdığı yılların ardından yazarlığı seçtikten sonra paradoksal biçimde de olsa sağlıklı ve asosyal, evet bildiğiniz asosyal, yarı münzevi bir yaşama geçişi bana belki de o kadar utanç verici ya da korkunç bir durumda olmadığımı düşündürdü. Sanmıyorum ki ödüllü meşhur usta romancılar öyle vur patlasın çal oynasın bir yaşam sürüyor olsun. Orhan Pamuk Babamın Bavulu başlıklı Nobel ödül töreni konuşmasında yazarlığın part-time bir iş olmadığını, nasıl bir disiplin gerektirdiğini anlatıyordu örneğin. Ya da Murat Gülsoy Büyübozumu: Yaratıcı yazarlık kitabında en nefret ettiği şeylerden birinin uykusuz kalmak olduğunu söylüyordu. Yazarlık disiplini, yazarların ritüelleri, ne olursa olsun her sabah yazmalar, yazmasa bile masada oturmalar… Yazarlığa dair bir takım söylenceler… Ben dantel gibi işleyerek kütük gibi kitaplar yazan biri olacağımı hayal etmedim hiç.  Daha uçarı, spontane şeylerin peşinde koştum. Şimdi geçenlerde Kadir İnanır “Ne Al Pacino ne Robert de Niro ne de ben, Marlon Brando’nun gölgesi bile olamadığımızı biliyoruz” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Benim söylediğim de buna benzedi ama ne demek istediğimi anladığınızı umuyorum. Oysa şimdi bir çevirmen ve metin yazarı olarak ciddi bir disiplin içinde çalışıyorum, belki bu tecrübe bana bir esas, bir pratik kazandırdı, kazandırıyor ve belki beni başka bir yerlere taşıyacak, bilemiyorum, bunu zaman gösterecek. Tabii belki de yarın evlenip sekiz çocuk yaparım ve kocam çimleri biçerken bahçe çitinden atlar kaçarım. Nabokov’un bir kelebek uzmanı olduğunu ve kelebeklerin evriminin devam ettiği teorisinin yıllar sonra bilimsel olarak kanıtlandığını biliyor muydunuz? Belki de hazır yakınlarındayken bir kelebekle evrilmek üzere Borneo ormanlarına gidip bir daha gelmeyebilirim. Bir arkadaşım bana “Sona bu kadar zamandır yazıyorsun; şu kitabını, kitaplarını yaz artık daha sen de biz de rahatlayalım” dediğinde ona hak vermiştim ama içten içe kalbim de kırılmıştı sanki. Bana geç kalmış, daha kötüsü lafta kalmış bir yazar gibi hissettirmişti. Her gün şarkı söyleyen bir kuşa ne zaman albüm çıkarıp şarkıcı olacaksın diye sormuşlar, o da cik cik demiş. Babam günde bir sayfa yazarak roman yazılabileceğine inanıyordu ve kendi işinin yanında bir roman yazdı da: Şamanın Üç Soygunu. Ama ben bunun herkes için geçerli olduğuna inanmıyorum, en azından benim için değil. Murakami herkese koşmayı tavsiye edecek, en güzeli budur herkes koşsun diyecek değilim diyor. Sadece koşmanın kendisine uygun olduğunu, bunu sevdiği, kendisine iyi geldiği ve yapabildiği için yaptığını söylüyor.
Koh Phangan’a geldiğimde bayağı bir vaktimi kendime uygun bir ev bulmak ve bir çalışma düzeni kurmakla geçirdim. Tayland’a geliş öncesi hazırlıklar ve aileyle geçen vakitte de koşamamıştım. Buraya gelince yoga falan farklı bir şeyler yaparım diye düşünüyordum fakat ihtiyacım olanın yoga olmadığını, yoganın beni kesmediğini, koşmam gerektiğini hissettim. Önce ormanın içine doğru koştum, köpekler kovaladı. Burada bekçi köpekleri gerçekten de korkutucu olabiliyor. Daha önce sahilde kocaman bir tanesi patisini ayağımın üzerine koyup bana vahşi dişlerini göstererek sahibi gelene kadar beklemişti. Ana yolda koşanları görüyordum ara sıra. Bunların çoğu antrenörlerinin insafına kalmış Muay Thai boksörleri. İlk kez bir akşamüstü 6 gibi çıktım ve her zaman yaptığım gibi koşmaya başadım… Ama bir on dakika sonra bir şeyler oldu,  pes ettim; koşamadım yürüdüm ve bu ilk defa başıma geliyordu. Sadece bir ay antrenmansız kaldım diye olabilir miydi bu? Asabım bozuldu. Kimsenin bahsetmediği ama dünyanın en yaz meraklısı insanlarından biri olarak beni bile yerden yere vuran aşırı sıcak ve sürekli çalışmak o eski yorgunluk sendromunu da geri getirmişti. Gittim spor salonuna baktım, koşu bandı yok. Zaten oççik kapçik müziklerle kas manyağı delikanlılar arasında dört duvar içinde vakit geçirmeyi de canım hiç çekmedi. Bir de Thong Sala parkında akşam aerobik yapan teyzeler ablalar var, haftada altı gün akşamüstü toplanıyorlar. Büyük hoparlörlerden bangır bangır happy hardcore’la tekno karşımı acayip bir müzik eşliğinde atlayıp zıplıyorlar. Halktan halka ücretsiz bir spor hizmeti, isterseniz kutuya bağış bırakabiliyorsunuz ama baktım o da bana göre değil. Biraz araştırmadan sonra tropik iklimde koşmanın biraz farklı bir şey olduğunu keşfettim. Yani 30-32 derecede yüksek bir nem oranı içinde koşmak için bir çeşit aklimatizasyon gerektiğini, daha yavaş koşmak, daha çok sıvı almak gibi ipuçlarıyla vücudun bu iklimde koşmaya birkaç haftada alışacağını öğrendim; öyle de oldu. Koşmadan önce saçlarımı ıslatıyorum mesela, bunu yapmazsam koşamıyorum gibi bir şey hatta. İşte bu süreçte koşmak bir kez daha hayatımı kurtardı diyebilirim, hayatımda ne kadar önemli bir rolü olduğunu bir kez daha anladım. Şimdi haftada üç gün saat altı gibi çıkıyorum çünkü daha geçe kalırsam hava kararmaya başlıyor ve dönüş yolunda Easy Bar, Lady Bar, Miss Saigon gibi nezih mekânların önünde Thai kızlar topuklu pabuçları ve minicik elbiseleriyle dans etmeye başlamış oluyorlar. Onlar sokakta barın önünde dans ederken aralarından koşmak bir tuhaf kaçıyor ister istemez. Bense onların akşam için hazırlanıp saçlarında havluyla barın önünde ayaklarına oje sürüp sigara içtikleri, geceye hazırlandıkları saatlerde koşmayı yeğliyorum. Bu barlardan birindeki bir kız birkaç haftadan sonra geçerken bana gülümseyip el sallamaya başladı, şimdi oradan her geçişimde selamlaşıp helloooo, sawadee kaa, havaryuuuu diye bağırışıyoruz. Bazen rüyamda bile çeviri yaptığım ya da kendimi rüya içinde not alırken bulduğum aşırı soyut dünya içinde koşmak kadar somut, canlı bedensel bir eylem hayatımda bir omurga işlevi görüyor sanırım. Aynı zamanda bir jeneratör gibi, ihtiyacım olan enerjiyi üretmemi sağlıyor.
Alice, Harikalar Diyarı’nda kendini Kırmızı Kraliçe’yle koşarken bulur. Kraliçe ona sürekli daha hızlı, daha hızlı diye bağırıyordur. Ama ne kadar hızlı koşsalar da oldukları yerden bir adım ileri gitmiş değillerdir. Alice, benim geldiğim yerde böyle hızlı koştuğumuz zaman genelde bir yere varırız, der kraliçeye. Aman ne yavaş ülkeymiş orası diye cevap verir Kraliçe. Burada biz olduğumuz yerde durmak için koşarız. Bir yere varmak istiyorsan iki katı hızlı koşman gerekir. Sonuçta ben de şu otuz üç yaşıma kadar hayatımı gizli ormanlarda küçük ışıkları kovalayarak geçirmeseydim, at hırsızları ve soyguncularla arkadaşlık etmeseydim belki şu anda daha başka bir yerde olurdum. Ama o zaman da söyleyecek, yazacak, ya da beni ben yapan şeye sahip olmazdım. Ya da söyleyeceklerim çok başka şeyler olurdu. Daha bir yıl önce dj’lik yaparken 300 kişinin sihirli bir dağ başında karşımda eğlenip zıpladığını görmekten aldığım hazzı asla unutmayacağım, çok çok güzeldi, bunun için herkese teşekkür ediyorum. Bundan vazgeçmenin hiç de kolay olmadığını itiraf etmeliyim. Şimdi olduğum yer öyle kalabalık ve o kadar renkli bir yer değil. Ama şu anda burada olmam gerektiğini hissediyorum. Hayatım boyunca yaptığım gibi şimdi de yazıyorsam, koşuyorsam, bir yere varmak, bir şey olmak için değil, olduğum yerde durabilmek, olduğum gibi akabilmek, olduğum şeyi olabilmek içindir. 

No comments: